top of page
Letters to My Daughter
Kızım,
Şifa işine başladığımda hocamın bana öğrettiği ilk şey ; " asla kimsenin tekamülüne müdahale etme." Olmuştu. Bunun ne anlama geldiğini şimdi daha iyi anlıyor ve sizlere de aynı şeyi söylüyorum. Senin hayat tekamülün boyunca içinden geçtiğin süreçlerin çoğunu izleme şansı buldum. Bu şans ile seni tanıdıkça güçlü ve zayıf özelliklerini de tanıdım. Benim gördüğüm ve gelecekte sana yardım etmesini umduğum bu mektubu sana yazmaya karar verdim. Bildiğin gibi ben sana, görünenin ötesinden bakmaya çalışıyorum. Bu yüzden başkalarından farklıyım. Onların hatta en yakınındakilerin bile göremediklerini senin ses tonundan anlayabiliyorum. Büyüyüşünü izledim şimdi gençliğini takip ediyorum. Çok şey söyledim. Şunu da biliyorum ki söz uçar yazı kalır. Ben de senin tekamülün boyunca sana yol göstermesi için ikinci eserimi yazıyorum. İlk çalışmam gerçekten çok yol gösterici. Ancak tekamülleri boyunca insanların okuduklarını bile seçtiklerini biliyorum. Kısacası yazdığım bir şey senin tekamülüne karışmaksa onu görmüyor, okumuyor yada anlamıyorsun demektir. Bu sebepten dolayı şimdi okuduklarında anlam bulamadığın şeyler her iki çalışmamda da daha sonraki tekamül dönemlerinde anlam bulacaktır. O kitabı ve bu mektubu şu an içi okuma. Şu an okuduklarından sana gelmesi gereken bilgi gelecektir. Yılar sonra bu mektup senin için başka şeyler anlatıyor olacaktır. Bu ayrıntıyı yazma ihtiyacı duymamın sebebi sende bunu gözlemlememden kaynaklandı. İlk tavsiyem bu mektubu ihtiyacın olduğu her an oku. Ben bu harflerin hepsinde yazıyla, düşünceyle birlikte enerjimi de koydum. Sana güç vereceğini ve bir şeyi sürekli hatırlatacağını biliyorum. Bildiklerimi seninle nasıl paylaşıyorsam sen de paylaş. Ama dikkatli ol. Tekamülü hazır olmayanlar seni anlamayacaklardır. Bu yüzden öğrencilerini seçerken tekamüllerini de gözden geçir. Yani onlarla dertlerini paylaş ve beraber zaman geçir. Zaten bunları yaptığında onların tekamül resimleri meydana çıkıverecektir. İşte o zaman Allah'ın işine nerede karışmayacağını da anlayacaksın. Zaten sen istesen de karışamazsın ama karışmaya çalışman bile seni sonradan üzebilir. Bir bakıma ruhların dansını izleyeceksin. Ruhlar da dans eder mi diye sorabilirsin. Onların dansı çok güzel kızım. Seninle yıllardır dans ediyoruz. Hayatı birlikte uyum içerisinde yaşıyoruz. Başka yerlerde, başka tekamüllerde olsak dahi biz birlikteliğin sınırlarını zorladık. Bu sevginin ötesine geçmenin nasıl bir şey olduğunu deneyimlemektir. Bu deneyimde daha bunun adını biz koyamazken inan başkaları asla koyamayacaktır. Ben bunun adını koydum. Ruhların senfonik dansı dedim. Dans bazen yavaşlayıp bazen hızlanabildiği için okuyacakların bazen sert bazen yumuşak ve bazen karışık gelebilir. Kısmetin neyse bu danstan onu alacaksın. Şifan olsun...
Senden daha kıymetli olan insanları, eşyaları ve sahip olduğun tüm değerleri bırak. Bunu başarabilirsen kendi özgürlüğünü kazanacaksın. Tüm sorumluluklarını üzerine sen aldın ve bunu bir tek sen bırakabilirsin. Her an yaşadığın esaretin sana çektirdiği acıyla daha çok onlara bağlanmayı seçersen umutsuz bir hastalığa kapılacaksın. Gördüklerin göründükleri gibi değil. Senin görmek istediğin gibi. Gerçek olanların dışında seçimlerinin görüş alanında yaşıyorsun. Aklından geçenler seni sen yapan yollar. Bu yolları çizen ve haritasını oluşturan da sensin. Bu harita senin kişiliğin oldukça yeni yollar asla güncellenemeyecektir. Hayatın dinamiklerinde bir durağanlık, hareketli olanların sana çarpacağı ve canını yakacağı anlamına gelir. Bugüne kadar öğrendiklerine bir bak. Kaç tanesini tek başına öğrendin, kaç tanesi sana birileri tarafından öğretildi. Birilerinin sana öğrettikleri ne kadar doğruydu? Seni sen yapan haritanı sen mi çizdin yoksa başkaları mı? Sen nesin, kimsin? Bunu sorgulayan kim? Nereden geldin ve nereye gidiyorsun? Bu yolda neler yaptın ve ne yapıyorsun? Ne için yaşıyorsun? Sorular arttıkça dertler de mi artıyor? Boş ver takılma sen bunlara. Bunlar insanın içsel arayışında daha başlangıç. Zor geldiyse bırak olduğu gibi kalsın hayat. Zamanda akıyor zannettiğin her an aslında duruyor. İçinde en derinlerinde bir koku, bir ses yada bir anı olarak duruyor. İstersen dön bak bir içine. Hatırladığın her şey bir andan ibaret. Bir resim gelir gözünün önüne. Bir duygu gelir aklına sabittir. Zaman yada mekan yoktur o anda. Sanki şimdi oluyormuş gibi hatırlarsın bunları. Hatırladığında ise geçmişe bir yolculuk yapar tekrar aynı şeyi yaşarsın. Zaman nerede peki, ne iş yapıyor? Ölü geçmişi tekrar canlandıran, ona can veren kim peki? Olacağını umduğun ve olmayanların hayallerinde de anlar vardır. Bir resim, bir surat, bir heyecan, bir duygu. Olmayan geleceğe kim can veriyor o zaman? Geçmiş ile geleceğin tam ortasında duran şu an veriyor. Anın gücünü kullanarak canlandırıyorsun her ikisini de. Peki anın canını kim veriyor? Hayata hayat katan sen veriyorsun. Var zannettiğin zaman ve senin zannettiğin hiçbir şey senin değil. Onları bir gün bırakıp gideceksin. Hatta senin zannettiğin ve hiç beğenmediğin şu vücudunu bile... Peki neden bırakıp gideceklerine taparcasına bu sevgi. Neyi kimden kıskanıyorsun? Senin olmayan şeyleri paylaşmak neden bu kadar ağır geliyor. bu ister zaman olsun, ister para olsun, ister kişi olsun neyini paylaşamıyorsun? Onların sana verilirken paylaşman için verildiğini anlayamadıkça huzuru da bulamayacaksın. Paylaştığın her şeyin sana güç verdiğini anlayamadıkça her gün daha da güçsüzleşecek, zayıflayacaksın. Biliyor musun vücudunu besleyip ona baktığın gibi ruhunu da beslemen ve ona bakman gerekiyor. Ona bakmazsan zayıflar ve hastalanır. Ruhun hastalandığı zaman bedenin de hastalanır. Neyle beslenir bu ruh? Nereden alır besinini? Hemen gözünü dışarıya çevirme. Dışarıda bulamazsın onun besinini. Onun besini sevgidir. Onu doyurman için sevilmen değil, kendini sevebilmen gerekir. Sen kendini sevdikçe zaten tüm evrenin sevgisi sana yağmaya başlar. Yok ben dışarıda arayacağım dersen ruhun abur cuburla kısmen doyacaktır ama tekrar acıktığında artık o kaynağa esir olmuşsun demektir. Kaynağı kaybetmemek için onun kölesi haline geldiğinde artık bir sen kalmayacaktır. Bir insana, bir arabaya, paraya esir olduğun gün zaten olmayan bir şeyin esiri olmuşsun demektir. Bağımlılık böyledir. Onu kaybetmemek için kendini harcarsın ve bu arada ruhunu doyurduğunu zannedersin. Ruh giderek zayıflar ve kendisini korumak için genişler. Vücutta ruhun hareketine uyum sağlar ve insan kilo alır. İnsanları incele hangi bölgelerinde kilo daha çok birikmiş. O yerler işte ruhun en zayıf olduğu yerlerdir. Karnı şişmiş bir insanın ruhu maddiyata verilen önemden dolayı zayıflamış ve kendisini korumak için genişlemiştir. O yüzden göbeği vardır. Karın bölgesi hayatı kabullenme ve olanları içine sindirme bölgesidir. Sindirim bozukluğu abur cubur yiyen ruhun gerçek olmayan dışlar kaynaklardan gelen besinlerini sindiremediğindendir. Gerçek besin sevgidir. Sevginin yalın halidir. Sevgiyle neyi birleştirirsen o beslenir ve büyür. Parayı seversen para beslenir ve senin gözünde büyür. İnsanı seversen kocaman birisi oluverir. Sevgi yalın olduğunda ruhu besler. Kendin için sevememelisin. Birisi için de sevmemelisin. Yalın sevgi budur. Yaratan önce sevmiş ve insanları sevgisiyle yaratmıştır. Sevdiği şeye ne ihtiyacı vardır ne de yarattıklarının onu sevmesine. O zaten sevginin en yalın halidir. İşte ruhun besini bu sevgidir. Diğerleri yalnızca bu sevginin yansımasıdır. Yansımalar asla karın doyurmaz. Aynadaki dondurma görüntüsünü yalamaya benzer. Gerçek olan o dondurmanın görüntüsünü yalarken kendimizi nasıl aldattığımızdır. Bununla yüzleşmenin zor olduğunu biliyorum. Sen sevgiden yaratıldıysan zaten sevginin kendisisindir. O zaman zaten sende varolan bu şeyi neden dışarıda, başka yerlerde ararsın? Neden aldanırısın bu yalana? Çünkü bu sana daha önce öğretilmemiştir. Sen kendini etten kemikten bir varlık olarak tanımaya başladığında birisi sana " dur senin bir de ruhun var ve onun besini saf sevgidir." Dememiştir. Sevgi ile sevgiden yaratıldığını unutman işlerin karışmasına sebep oluyor. Doyum kaynağın sapıyor. Sapkınlık denilen şey burada başlıyor. Kaynak dışa dönünce kişi yaratanını bırakıp başka şeylere tapınmaya başlıyor. Taptığın şeyler sana fayda etmedikçe yine yaratanı suçlarsın. Esasında kendini yargılaman kendini suçlaman gerekirken sorumluluğunu kolay olarak başkasına yüklersin. Hayatta en büyük hatalardan birisi budur. Yaptıklarının sorumluluklarını almayıp bu sorumlulukları bir başkasına yüklersin. Esasında bu yükleme de bir çözüm getirmez sana. Sırtından gram yük almaz. Ama nedense kolay gelen budur. Esasında ben yapmadım o yaptı diyen çocuktan bir fark kalmadığında, ruhun ne kadar çocuk kaldığını anlamak da zor gelir. Zavallı ruhun beslenmemiştir, büyümemiştir. Olgunlaşamamış ve çocuk kalmıştır. O benim oyuncağım dercesine insanlara, eşyalara, zamana çocukça sahip çıkışında bu sebeptendir. Yaradan kusursuzdur ve ona suç attığında emin ol zerre kadar etkilenmez. Ancak sen onu ve yaratılışını anlamadıkça asla huzuru ve mutluluğu bulamayacaksın. İnsan olmamızın en önemli özelliğinden birisi de hata yapmaktır. Bak sana bu konuda neler anlatacağım.
Daha insanın yaratılış hikayesini okumadın mı? İnsan cennetten nasıl kovuldu bilmiyor musun? Cennet denilen yerde bile hata yapılabiliyormuş ki dünyada hata yapmanın neresi yanlış? Peki sen mükemmel olsaydın hiç hata yapmasaydın nasıl öğrenecektin? Yaptığın hatalardan dolayı duyduğun pişmanlıklar niye? O hatalar sana bir şey öğretmediğinden mi yoksa hatasız olma psikolojisinden mi? Başkaları hata yaptığında onları affedemiyorsan işin zor. Kendini asla affedemeyeceksin. Kendini affedememiş bir insan asla cenneti göremeyecektir. Seni yaratan seni her konuda affetmeye hazırken sen kendini affetmiyorsan isyan ediyorsun demektir. Yapılan her yanlış bir öğretmen ve bir nimettir. Bu nimetten şükrederek yararlanmıyorsan ve bir de üzerine kızıyorsan işte isyan budur. Öğretmeninin sana verdiği ödev ağır geldi diye onu kötü görüyorsan, onun senin için bir şeyler yaptığını anlayamıyorsan sen acı çekmeyi kendin seçmişsindir. Zavallılar kimlerdir biliyor musun? Onlar üzerlerini yani hatayı yaptıklarında bundan ders çıkartmayıp, boşa acı çekenlerdir. Nedenlerini hiç düşünmediklerinden sonuçlarını asla anlayamazlar. Sana hata yaptıran nedir? Cahilliğin mi? Bak bir şey daha öğrendin. Cahil olduğunu. Yanlışı yaptığında sana bunu yaptıran gücü bir düşün. Oysa hiç bir yanlış yapmadan da yaşayabilirdin. O zaman nereden geldiğini bildiğin hataların sana tekamülün için birer ders olduğunu asla unutma. Hata tekrarlandığı zaman hata olur. İlkinde bilmeden yaparsın. Ama ikincisinde bilerek... İşte bu yüzden sırtına aldığın pişmanlıklarını artık at. O pişmanlıklar sırtındaki tuz çuvalı gibidir. Zaman geçtikçe yakmaya başlar. Sonra da sende nereden geldiğini anlamadığın suçluluk duygusunu canlandırır. Bunlar hastalıkların başlangıcıdır. Kendini suçlar ve onu işe yaramaz bir mahluk olarak algıladığında, varlığını yok etmeye başlarsın. İşte sana hata. Varoluşunun bir amacı ve güzelliği olduğunu keşfetme şansını kullanmayıp, kendini yok etmek. Hata yapmaktan korktukça daha çok hata yapmaya başlarsın. Bu korkunun arkasında güvensizlik duygusu saklanır. Sen yaratana, yaratılana ve dünyaya güvenmediğinde onların senin içi yapabilecek bir şeyleri kalmaz. Güven temel duygudur. Güvensizlik de en büyük korkudur. İkisi arasında seçim yapmaktan korkuyorsan güvenmiyorsundur. Sevginin olduğu yerde güven yoksa emin ol sevgi de yoktur. Bu ikisi birbirlerini besler be yüceltirler. Önce sever sonra güvenirsin. Önce güvenir sonra seversin. Hangisi sana daha yakın? Önce güvenmek değil mi? İşte temel korkumuz yani güvende olma güdümüzün bir seçimidir bu. Bunu biz değil bir duygu seçmiştir. Peki bu duyguyu nereden aldık? Tanrının ta kendisinden. Seni ana rahmine yerleştirirken nasıl koruduğuna bir bak. Anne denilen meleği seni koruması için nasıl duygu yüklediğine bir bak. Toplumsal olarak bir hamile kadın gördüğünde otobüste yer veren insanların içlerindeki koruma duygusuna bir bak. Bu duyguları kim veriyor? Temel besinimiz olan sevgi ile birlikte gelen bu duygu sende yoksa inan diğeri de yoktur. Demek ki birisini diğerine tercih edemeyeceğin bir ikili. Bunlar hayatında yoksa o zaman kaynakla iletişimin kesilmiş, ruhun aç kalıyor demektir. İşte sana hata yaptıran sonucunda ona güvenip kurtulman için sevgiyle bekler. Hata yapmaktan korkuyorsan güvenmiyorsun demektir. Bu güvensizlik başta yaratana, sonra kendine ve evrene duyduğun güvensizliğe dönüşür. Bu seni çok hasta edebilir. Her şeyden önce hayatta boşa yaşaman demek. Kusursuz olmak istiyorsan hatalar yapmalı ve bu dünya tekamülünde bir çok şey öğrenerek olgunlaşmalısın. Hata yapmak sana doğruyla yanlışı birbirinden ayırma şansı verecektir. Yoksa doğruyla yanlışı nereden bileceksin.
Teslim ol dedim sana defalarca. Belki de bunun anlamını sözel olarak anladın. Ancak hareketlerine davranışlarına bir baksana. Aslında bu sözün altında yatan kutsal anlamı kavradığına emin misin? Bu evrenin zaten bir sahibi var. Onu yaratan koruyor, düzenliyor ve sıralıyor. Biz bu düzenin içinde olduğumuzdan ne olduğunu ve nasıl olduğunu kavrayamıyoruz. Bir ırmağın içinde onunla birlikte akıntıda sürükleniyoruz. Suyun nereden kaynaklanıp nereye gittiğini bilmiyoruz. Biz yalnızca onunla sürükleniyoruz. İşte bu sürüklenmeye kendimizi bırakmak ve direnmemektir teslim olmak. Çektiğimiz acıların çoğunu kendimiz yaratıyoruz. Nasıl mı? Akıntının tersine yüzmeye çalışarak. Ne yaparsak yapalım her şey olacağına varacak derken bu akıntıdan bahsediyordum. Sen ne kadar güçlü yüzersen yüz o akıntı mutlaka seni sürükleyecek ve gitmen gereken yere götürecektir. Sen akıntının tersine yüzerek kendini yormuş olmaktan başka bir şey yapmamış olacaksın. Diyelim akıntıyı yendin ve tersine yüzebildiğince yüzdün. Nereye varmayı düşünüyorsun başa mı? Oraya gittiğinde ne öğreneceğini zannediyorsun? Kendini akıntıya bırakmaktan başka ne öğrenebileceksin? Gideceğin yer sana zaten verilmiş. Sınavın oraya nasıl gideceğindir. Sevgi, güven ve teslimiyetle mi, yoksa isyan, karşı koyma ve nefretle mi? Aslında akıntı seni alıp kaynağa götürüyor olacak. Aradığın mutluluğu, huzuru, güveni ve rahatı bulacağın yere. Düşünsene en yakın arkadaşından bile seni sevmesini ve güvenmesini beklersin. Kötü günlerinde sana katlanmasını, destek olmasını istersin. O bir şey yapıyorsa gözün kapalı onunla gider ve maceraya dalarsın. Onun yanında kendini mutlu ve huzurlu hissedersin. İşte bu dışsal örneğin bir de içsel anlamına bakalım. Allah'ı gerçekten seversen ve ona güvenirsen, onun sana ne yaptığının bir önemi kalmaz. O zaman o nehrin akışına teslim olursun. Seni elinden tutup götüren O dur. Teslim olduysan çırpınmayı bırakır ve yoluna bakarsın. Ne olacağı konusunda şüpheler yaşamaz hayatı kendine zehir etmezsin. Hangi okulu okuyup ne olacağını dert ettiğin günlere bir dön de bak. O zaman da sana teslimiyetten bahsediyordum. Şimdi okulunu bitirmiş iş sahibi olmuşken o dert ettiğin günlerde kendini üzmekten başka ne yapmışsın? Şimdi o zamanlar yaptıklarına bakıp ders almazsan işte o zaman hata yapıyorsun demektir. Kiminle nasıl evleneceğini, nasıl bir anne olacağını düşünme. Onlar ırmağın akışıyla zaten sana gelecekler. Sen de onları dinlenmiş ve sağlıklı bir zihinle, beslenmiş ve olgun bir ruhla karşılayacaksın. Bunu yapabilmenin tek yolu teslim olmak. Dert etme sen her zaman korunuyor ve seviliyorsun. Emin ol ters giden bir şeyler olduğunda akıntının tersine yüzmeyi hemen bırak.
Bu dünyada çok güzel ve çok güçlü insanlar göreceksin. Onların bu güzelliklerini ve güçlerini nereden aldıklarını unutursan büyük bir sapkınlığa düşersin. O güce ya da güzelliğe sahip olmak istersen o zaman da dibe vurusun. Onlara sahip olduğunda ise artık senden bir eser kalmamış demektir. Daha önce bahsettiğim dış kaynaklara yöneldiğinde özgürlüğünü teslim etmiş, köleleşmişsin demektir. Allah tüm evreni yaratırken kendi yansımasından yaratmıştır. Doğru anladın. Bütün evren bir yansımadır gerçek olan değildir. Sudaki zahiri görüntünü düşün. Su hareket ettiği zaman görüntü nasıl değişir. İşte evren dinamik hareketli ve bir o kadar da zahiridir. Evren hareket ettikçe yansımalar da değişir ve biz gerçeğin ne olduğu konusunda şüpheye düşeriz. Tüm şüphelerin ötesinde bizim kavrayamadığımız güzellik göremediğimizdir. Karşına çıkan insanlar da çok güzel olabilir. Bu güzellik Allah'ın bir yansımasıdır. Kaynağı tespit ettiğimizde anlarız ki bu güzellik ona ait değildir. Bir yansımadır. Peki onun güzelliği neresindedir? Bu yansımaların ötesine bakman lazım. Sen ötesini gördüğünde güzelliğin esasında senden kaynaklandığını da anlayacaksın. Güzellik görünende değil, bakan gözde ve niyettedir. Yansımaların ötesinde onu görmek istiyorsan hareketlerine bakarsın. O zaman da onun duygularının yansımalarını görürsün. Gerçeği nerede bulacağını, onu nasıl tanıyacağını artık bilemiyorsun değil mi. Biraz daha kafanı karıştıracağım. Onun sana güzel gözükmesini sen istiyorsun desem ne dersin? Çok güçlü bir insanla karşılaşmış olabilirsin. Onun gücüne hayran kalmış da olabilirsin. Hemen kaynağı hatırlarsan aslında onun hiç de güçlü olmadığını, sana öyle gözüktüğünü anlayacaksın. Peki kimse güzel ve güçlü değilse bu iş nasıl olacak? Sana güzel ve güçlü lazımsa o zaman onlar da olacaktır. Yani kendini aldatmak istedikçe aldanmaya devam edeceksin. Elde etme ve sahip olma duygularını kontrol ettiğinde göreceksin ki aslında herkes güzel ve herkes güçlü. Ancak onlar bunun farkında değiller. Kendilerini zayıf ve zavallı hissettiklerini görüp onlara gerçekleri anlatmaya çalıştıkça daha güzel ve güçlü olacaksın. Bu güzellik ve gücü yalnızca görmeyi bilenler ile Allah görebilecek. Hedefini şaşırmadıkça kölelikle uğraşmayacak ve kimsenin uydusu olmayacaksın. Eksik kalan bir yer daha var. İnsanları bu yansımaların ötesinde nasıl tanıyacaksın. Onları tanımak için akıntıda nasıl gittiklerine bak yeter. Köleliklerine bak. Aynadan yansıyan dondurma görüntüsünü yalamaya çalışmalarına bak. Kaynaktan ne kadar uzaktalar bunu gör. O zaman onların hepsini tanıyacaksın. Tanıdıkça Rabbe daha çok yaklaşacak ve şükredeceksin. Şükrettikçe her şey bereketlenecek. Bu boyutta insanların hatalarını aramayacaksın. Onları zaten görecek ve anlayacaksın. Onları anladıkça Yaratanı da daha iyi anlayacaksın.
Zaman denilen yanılgıya kapılma. O senin zihninin yarattığı bir gerçeklik. Olay başlar, olur ve biter. Bu her şey için geçerlidir. Çok sevdiğin bir insanın yanında günler bile on dakika kadar çabuk geçi verir. Hiç istemediğin bir yerde on dakika sana aylar gibi gelebilir. O zaman hangi zaman gerçektir? Kolundaki saatteki mi yoksa hissettiğin mi? İşte bu hissiyatınla zamanı istediğin gibi kısaltıp uzatabilirsin. Bunu yapmayı becerebildiğinde artık sabırsızlık diye bir sorunun da kalmayacaktır. Olmasını istediğin şeyin içine atladığında zaman hemen geçecek ve ona kavuşacaksın. Zamandan kendini soyutladığın meditasyon hallerini anımsa. Nerede, ne zaman olduğunun bir önemi kalmadığında, her yerde ve her zaman olabiliyorsun. Mekana ve zamana esir olursan yine kaynaktan kopmuşsun demektir. İçsel doyumunu dışsal kaynaklara bağladığının mesajları geliyor demektir. Korunuyorsun, uyarılıyorsun seviliyorsun. Farkına vardığında muhteşem bir duyguyla huzuru bulacaksın. Sabrını tekamülün boyunca isyan etmeden tahammül ile kullanacaksın ki senin bir işine yarasın. Bu şekilde zamanın nasıl akıp gittiğini ve sabrettikçe nasıl güçlendiğini ve sonunda ödülünü nasıl aldığını da göreceksin. Kendini kimseye ispatlamak zorunda hissetme. O zaman da dışarıdan gelecek olan duygulara esir olmuşsun demektir. İnan ki sen ispat etmeye ne kadar çalışırsan çalış onlar asla senden tatmin olmayacaklardır. Kendini ispata mecbur görürsen daima sinirli olacaksın. Seni sürekli kızdıracak bir durumun içindesin demektir. Bu durumda kızman için hiçbir sebep gerekmez zaten sen sürekli kızgınsındır. Onlar senden memnun olmayacaktır ve sen de ruhsal doyuma ulaşamayacaksın. Seni taktir edecek kaynağa yönelmezsen, Onun sana vereceği ödülleri insanlardan beklersen nasıl ruhsal doyuma ulaşabilirsin ki? Bu böyle bir sınav işte. Yüreğini nereye çevireceğini bilirsen kurtuluşa ulaşırsın. Esaret ile özgürlüğün arasındaki tek sınır bunu anlamaktır. Gerçek dediğin şeyi kendin seçtiğinde o senin gerçeğin olur. O zaman gerçeğinle yaşarken başkalarının gerçekleri sana dayatılamaz. Korku aslında bilmediğimiz bir şeyin bize zarar vereceğini düşünmemizdir. Bilmediğimiz her şeyden korkarız. Korku samimi geliyor mu sana. Güvenden, teslimiyetten bahsettikten sonra. Yoksa korku arkasına sığındığımız bir duygu olmaktan başka bir şey değil mi? Korku nedir gel biraz da bununla ilgili konuşalım.
Duyuların hepsi bir yerden gelmeli. Geçen okuduğum bir kitapta insan yaratılırken 99 duyguyla yaratılığı yazıyordu. Bu beni çok düşündürdü. Diğer varlıklardan farklı oluşumuzun bu duyguların bir arada olması olduğunu anladığımda aydınlandım. Korku da bu duygulardan birisiydi ve o da kaynaktan gelmekteydi. Bu duyguyu incelediğimizde alında ilk yaratılış zamanlarında kendimizi korumak, hayatta kalmak için korkuyorduk. Korku bizde savunma ve kaçma eylemlerini tetikliyordu. Artık korkmak için o zamanlardaki kadar tehlike altında olmasak da bu duyguyu yaşamaya devam ediyoruz. Yaşadığımız korkuların çoğunun sanal olduğunu söylesem ne dersin? Zihnimizde oluşturduğumuz senaryoların sonucu olan korkuların hayatımızı ne denli etkilediğinin biliyor musun? Temelde korunmak için bize verilmiş bu duyguyu kullanarak kendisini güvene almak isteyenler var desem ne düşünürdün? Korku yalnızca insanlarda değil hayvanlarda da olan bir duygu. Zihin olmayan şeyleri uydurarak kişiyi korkuya sürüklemesi gerçekten çok karşılaşılan bir durum. İnsanlarda temel korkular var.
-
Fizyolojik ihtiyaçlarımızı kaybetme korkusu
-
Sağlığımızı kaybetme korkusu
-
Gelecek ile ilgili güvencelerimizi kaybetme korkusu
-
Yalnız kalma korkusu
-
Sevgisiz kalma korkusu
-
Başarısız olma korkusu
-
Özgürlüğü kaybetme korkusu
-
Barınma yerini kaybetme korkusu
-
Günahkar bir insan olma korkusu
-
Ölüm korkusu.
Bu saydığım korkular hakikatten korkulacak şeyler. İnce bir ayrıntı var. Bunlardan ne zaman korkarız? Kaybedeceğimizi düşündüğümüzde. Bu listenin en sonundaki ölüm korkusu en büyük korkudur. Kaynağa güvenini yitirdiğinde korkular başlar. Doyuma ulaşamamış bir ruh zayıf kaldığında zihin devreye girer ve güçlenir. Zihin kendisini bilgilerle ifade eder. Daha önce öğrendiklerinin tümü zihnin kullanacağı elemanlardır. Zihin bu elemanların dışında bir hesaplamaya giremez. Bilgisi sınırlıdır. Bu yüzden bir sürü ihtimali değerlendirip bir sonuca ulaşır. Onun kaynağı bilgidir ve bildiği kadardır. Ruh zayıf düşmüş ve görevi zihin almışsa vah haline. Sabahlara kadar uyumadan geçireceğin günlerin habercisidir. Tüm gün boyunca başka bir şey düşünemeyecek kadar kısıtlar seni. Farkındalığını sınırlar. Tüm enerjini ve gücünü emer. Paniğe sürükler. Hemen bir yol bulmak ve sorunun içinden çıkman için tüm gücünle düşünmeni dayatır. Oysa her şeyin bir sonucu vardır zaten. Sen ne yaparsan yap o sonuca gideceksindir. Irmağın tersine yüzmeni, kıyıya doğru gitmeni söyler sana. Korku zihinsel bir düşüncenin duygusal yansımasıdır. Kaynağa güvendiğinde korku da kalmaz. Zihnin sana söyleyecek bir şeyi de kalmaz. Seni yaratan zaten fizyolojik ihtiyaçlarını da yaratmıştır. Sana sağlığın için bir sürü nimet de vermiştir. Gelecek için kaygılanman gerekmez ki tevekküldesindir, yalnız kalamazsın ki tüm evren senin emrine verilmiştir, sevgi diye bir kaygın olamaz zaten O seni çok seviyordur, başarısız olma gibi bir ihtimali düşünmezsin ki kendini ispat etmek gibi bir derdin kalmamıştır, barınacak yer olarak tüm dünya sana verilmiştir, günah işlesen de affetmeye hazır bir yaratanın vardır, ölüm kötülük değil bir nimettir. Kötülük olsaydı Rab en sevdiği kullarına Peygamberlere vermezdi. Kaynağa güvenmedikçe her zaman korkuya kapılırsın. Korkuların temel sebebi kaynakla ilişkinin kesilmesidir. Gücünü aldığın yerden koptuğunda sorunlara çare bulma sorumluluğunu alırsın. Ancak bu sorumluluk bir yerden sonra seni aşarsa korkmaya başlaman çok doğaldır. Yani ruhunu bırakır zihnine dönersen yaratanın yaptığı işi yapmaya çalışırısın. Gücün asla yetmez. Sonunda teslim olursun. Bu teslimiyet de ölümdür. İstediğin her zaman ölebilirsin. Zihnini susturup teslim olduğun her an ölümdür. Ölümden korkmadıkça zaten hiçbir şeyden korkmazsın. Sorun gerçeklerde değildir. Kafamızda yarattığımız yalanlardadır. Kendimize yalan söylemeyi bıraktığımızda her gün ölür ve tekrar doğarız. Ölümlü olmak gerçekten büyük bir özgürlüktür.
Sana yollanmış bir sürü rehber vardır. Bu rehberler sen onların farkına vardıkça sana faydalı olabilirler. Zannedilir ki vahiy yalnızca peygamberlere gelir. Esasında peygamberlere gelen vahiy insanların üst kademelerden mesajlar alabildiğini örneklemek içindir. Kafanı kaldırıp çevrene baktığında farkında olabildiğin her şey vahiydir. Vahiyi anlayabilmen için zihnin susmuş olması gerekir. Tarihte mucizeler getiren peygamberlere inanmayan insanların sorunu da buydu. Onlar maneviyatlarını kaybetmiş olduklarından zihinsel düşünüyorlar ve mucizeleri mantıksal bir anlamla kabullendiklerinde bunu büyü yada sihir olarak değerlendirmişlerdir. Sen de çevrene dikkatli bakarsan evrenin bir sihir yada büyü olmadığını, her şeyin bir ruhu olduğunu görürsün. Zaten akıl ve mantıkla yola çıkarsan inanmak diye bir kavram olamaz. Akıl alabildiğine dünyadandır. Ruh ise tam tersine Yaratandandır. Dünya sonu olan bir kavram, bir oyun alanıdır. Ruh o alanda oynayan sonsuz ve gerçek olandır. Dünyayı da Yaratan bizim için var etmiştir. Öğrenmemiz için bize akıl, zeka, beş duyu ve bir çok özellikle donatmıştır. Bu özelliklerin hepsi de birbirleriyle birlikte çalışırlar. Bunu bile anlaman sana rehberlik edecektir. Bu rehberlerin dışında üzerine yapışmış enerji canavarları da var. Onlar senin gerçekleri görmeni engellemek için enerjini çalıyorlar. Bak sana bu olayı daha ayrıntılı anlatacağım. İnsanlar, evren ve her şey enerjiden oluşur. Duygular da birer enerjidir. Enerji düştükçe madde kabalaşır. Enerji yükseldikçe madde saydamlaşır ve ruhani olur. Her içeriğin bir formu vardır. Bu form o içeriğe şekil verir. Belli bir içerik yalnızca belli bir formun içerisine dolar. Yani form içine dolacağı enerjiyi seçer. Form değişirse otomatikman içerik de değişir. Duygularımız birer enerji ve düşüncelerimiz de birer form oluşturur. Düşüncelerimiz değiştikçe içine dolan enerji şekilleri de değişir. Bu da düşüncelerimizin değişmesiyle hayatımızın da değişeceği gerçeğini gözler önüne koyar. Quantum düşünce sistemi dediğimiz şeyin açıklaması böyledir. Ancak bunu yapmak için öncelikle sahip olduğumuz bilinç düzeyinde düşünce formlarımızı bulmak ve onların kontrolünden çıkmak gerekir. Bunun yolu da oldukça zordur. Düşünce formlarını inançlar oluşturur. İnançların nereden geldiği işin karışık bölümüdür. Bir şeye neden inandığını bulmak kumda iğne aramak gibidir. Onu arama şeklinde değil de aynaları kullanama şeklinde bir çözüm daha vardır. Aynalar yalan söylemezler. Sen kendini çirkin hissederken sana bunu hissettiren inançlarındır. İnançların düşüncelerini oluşturmaya başlar. Düşüncelerin de içine ilgili duyguyu toplar ve sen kendini çirkin zannedersin. Aynaların sana bunun böyle olmadığını gösteren bilge dostlarındır. Onlar seni dışarıdan gözlemleyip değerlendirirler. Bu bilge dostlar birer insan da olabilir, bir olay da. Yapacağı düşünce yapını değiştirmektir. Bunu başarabilirse senin düşünce formlarının içine alakalı duygular dolmaya başlar. O zaman kendini güzel bulmaya başlayabilirsin. Bu bir sır değil. Yıllardır yaptığım bir şey. İnsanlara ayna olmaya, onların kötü düşüncelerini iyiye çevirmeye ve sonuçta hayat kalitelerinin artmasını sağlamaya çalışırım. Çünkü şunu da biliyorum ki sevinç ve hüzün aynı duygunun değişik görünümleridir. İnançların sende oluşturduğu düşünceler duygulara dönüştüğünde bu duygu sana çok acı verebilir. O zaman o duygu yokmuş gibi davranmaya başlarsın. Yani bilinç dışına itersin. Bilinç dışın bilinç altındadır. Orada yok olmadan kalmaya devam eder. Sen farkında olmadan oradan seni için için yer. Bunu engellemenin en iyi yolu tekamülleri olduğu gibi yaşamaya çalışmaktır. Acıyı yaşamayı değil ondan kaçmayı seçersen, mutluluğundan da kaçmış olacaksın. İşte sana bir şekilde rehberlik eden şey yine sensindir. Görmek istersen her şey sana gözükür. Fakat kaçmak istersen de hepsi senden kaçar. İnançlarını irdelemeli ve gerekenleri değiştirmelisin. Zorlanırsan emin olun niyetinin peşinden hemen sana bir sürü rehber yardım etmeye başlayacaktır.
Yukarıda bahsettiğim düşünce formları sonucu dayanılmayacağını düşündüğün duyguları bilinç altına atıyorsun. Dayanamayacağını düşünen zihnine yenilmiş olduğuna göre artık ona boyun eğmiş oluyorsun. İşin başka bir tarafı da bilinç altının aptal olması. Onun için ayrıntıların hiçbir anlamı yok. Kızım yapma derken bilinç altı "ma" ekini algılayamıyor. "yap" algılanıyor. Bilinç altının zannettiğin gibi dil bilgisi falan yok. Olumsuzluk ekinin onun için bir önemi olmadığından yapmayı yap olarak algılıyor. Bir çok kere denemişsindir. Birisine yapma dedikçe inadına yapar. Bu yüzden direk ne yapması gerektiğini söylemek gerekir. Bu boyutta bilinç altın aldığı bilgilerin zamanına, mekanına, dil bilgisine bakmadan sahiplenir. Zamanla sen farkına varmadan o da sana mesajlar yollamaya başlar. Bu da sende çatışmalar yaratır. Örneğin değersizlik hissin sana acı verdiğinden onu bilinç altına bir duygu olarak atarsın. Bu duygu sana sürekli değersiz olduğunu hatırlatan bir mekanizmaya dönüşür. Bu değersizlik duygusu zamanla seni yemeye başlar. Sonunda ikinci çarka güvenle ilgili, dördüncü çarka sevgiyle ilgili, beşinci çarka gelecek ile ilgili kaygıları başlatır. Çarka dengeleri bozulduğunda çakraların bulunduğu bölgelerde de fiziksel rahatsızlıklar başlar. Başka bir anlatımla, enerjilerin iki ucu vardır. Birisi göründüğünde diğeri yok olur. Sen kendinde iyi tarafları dışarıya sunduğunda onların zıttı olan kötü taraflarda sende halen vardır. Kötü taraflar bastırılmış olduğundan gözükmez. Buna kişiliğin gölgesi denir. Sende bulunan enerjinin görünen tarafları dışa yansır. Görülmeyen tarafları ise dışa çıkabilmek için çabalar. Bu çabalama bir şekilde doyurulmazsa insanda hastalıklara dönüşür. Sana sağlığın için spor yapmayı en çok ben tavsiye ederim. Koşmalısın. Koşmalısın ki dışarıdan gözüken sağlam duruşunun altında yatan zıt kutbu da doyuma ulaştırmalısın. O zıt kutup koşarak kaçmak ister. İşte sen koşarsan o enerjiyi de aktive ettiğinden dışarı çıkmak için seni hasta etmez. Spor tek çözüm değildir. Sanatta çok faydalıdır. Mülayim sessiz birisinin bağıra bağıra şarkı söylemesi gerekir. Dışa yansıyan enerjinin zıddını baskı altına almanın en güzel yolu budur. Diyelim gölgeni baskıladın ve doyurmadın. O zaman çok sinirlenirsin. Başkasının senin yapamadığın şeyi yapması seni çok kızdırır. Çünkü gölgen dışarıya çıkmayı istediğinde bu seni alt üst edecektir. Sağlıklı yaşamak için spor ve sanat öneriyorum. Gölgelerini de doyurman, tatmin etmen oların sakinleşerek oldukları yerde kalmalarını sağlayacak ve seni hasta etmeyeceklerdir. Seni hasta eden insanların bu kadar etkili olmasındaki mesaj budur. Gıcığına giden herkes sana bir mesaj veriyor demektir. Hemen ilgili duyguyu spor yada sanatla sakinleştirmen gerekir. Gölgeni yeterince sakinleştiremediğin zaman onu bastırmaya harcadığın enerji seni tüketmeye başlayacaktır. Bu tükenme, sessiz sakin bir insanın birden bire sağa sola bağıran bir kişiye nasıl dönüştüğünü de açıklar. Gölgenin bir kısmı dışarı çıkıp diğer kısım gölge olmaya başlamıştır. İnsanların gölgelerini de görebilirsen beklenmedik şeyler yaşamazsın. Kendi gölgelerini de gördüğünde kendini sen yönetmeye başlarsın. Güçlü görünümün altındaki zayıflığı gören bilge bir kişi iyi yada kötü niyetli olsun seni ele geçirmiş demektir. Senin istediği zaman güçlü istediği zaman zayıf yönlerine yüklenerek istediği gibi yönetir. Hatta bu insanlar bu bilgelikle toplumları bile yönetirler. Sen kendinin farkında olduğunda kimse sana dokunamaz. Büyü yapamaz, kızdıramaz, siyasi bir davanın peşinde bağırarak yürütemez. Gölgenin dışında bir de ego vardır. Bize doğduğumuzda verilmeye başlar ki büyüdüğümüzde esareti tadalım diye. Bir gün öğrencilerimden biri bana soru sorduğunda ben de ona soruyla cevap verdim. " Duymak istediğiniz mi söyleyeyim yoksa söylemem gerekeni mi? " Bana vereceği cevaba göre ben de cevabımı ona söyleyecektim. Aslında ona bu soruyu sormama gerek yoktu. Bana sorduğu soru zaten ne istediğini açıkça gösteriyordu. " Hocam ben çok mu kiloluyum?" soru sorulurken cevabın şekli zaten istenmişti benden. Ben de ona bu sorunun nedenini sordum. Gittiği bir konfeksiyon mağazasındaki çalışan o sana olmaz, o sana küçük gelir dedikçe morali bozulmuş. Bir beden büyüğünü al yaklaşımı. Aslında elemanın acemiliğine de ayrıca değinmek lazım. Cevabımı verdim. Kızım senin güzelliğini kıskandığı için seni aşağılamaya ve üzmeye çalışmış. Sen ona kafanı takma dedim. Bizler ego tatminleri üzerine kurduğumuz hayatta gerçeklerle karşılaştığımızda bu yüzden hemen sarsılıyoruz. Gerçek olan ben, benim ile başlayan cümlelerse birinci çakrada takılmışız, halen ilk insan düzeyinde yaşıyoruz demektir. Benim sen olmadan ne önemim olabilir? Bütün dünyada benden başka biri olmasa hayatın anlamı ne olur? Sen olduğunda sen ve ben bizi oluşturmuyorsa neden varolduğumuzun bir önemi kalmaz. Bu yüzden ego kişinin ben dediği, bencilleştiği yerde açan bir çiçektir. Pek de güzel kokmaz. Dikenleri vardır. Bir de bunun farkında olan kişiler. Karşımda bana derdini anlatan insanların kaç kere BEN dediklerine dikkat ederim. Ben bunu hak etmedim, ben ne yapsaydım, bende ne varsa ona verdim, benim gençliğimi çaldı, ben,ben,ben.... Peki sen nerede. O da suçlarken devreye giriyor. Sen beni sevmedin, sen beni aldattın, senden nefret ediyorum, sana söyleyecek bir sözüm yok, sen, sen, sana, senden..... Gelelim bize. Biz ne kadar mutluyduk, bizi kıskandılar, bizden bir şey olmaz, bizim kaderimiz bu.... Ego işin içindeyken karşıdaki insana ulaşmak ve onun güvenini kazanmak çok kolaydır. Evet haklısın sen bunları hak etmiyorsun, sana bunu nasıl yaptı, senin kıymetini sonradan anlayacak.... Egoyu besledik ve artık karşıdaki kişi bizim oldu. Kontrol bizde ama burada enerji sömürüsü de başlayacaktır. Gece telefon çalar bakarsın ki o. Başlar anlatmaya, söyle oldu böyle oldu, şunu dedim, bunu yaptım. Görevine devam etmen, egosunu tatmin etmen gerekir. Ego doyar mı? O doyumsuz bir canavardır. Ancak bu safhayı aşabilirsen ona faydalı olmaya başlarsın. Çoğu zaman bu safhayı aşman onu ne kadar çok sevdiğinle alakalıdır. Değer verdiğin biriyse katlanır ve zamanla onun iyileşmesine katkıda bulunabilirsin. Değer verdiğin biri değilse bir gün canına tak eder ve şöyle dersin; " iyi ki bırakmış seni, çekilecek gibi değilmişsin." İnan egonun savaşı uzun zaman alan ve zorlu bir yoldur. Ne kadar zorlu olsa da etkilidir. Karşındaki belli bir süre sonra düşünmeye başlar. Neden bana bu kadar katlanıyor? Benim çilemi neden çekiyor? Demek ki beni seviyor. İşte bu noktadan sonra artık sen ve ben bitip biz başlıyor. Harcadığın enerji sevgi cümleleriyle sana dönmeye başlıyor. İşte çalıştığın iş yerinde anlayamadığın sorunlar buralardan da kaynaklanıyor. Biliyorum sen asla yalakalığı sevmezsin. Ancak zeki bir kızsın. Bu yalakalık değil, işini yapmaktır. İşin içerisinde insanların egolarını da tatmin etmen gerekiyor. Kanı beş para etmez de olsa amirin, müdürün bir insan. Bu insan neden yönetici oldu sanıyorsun. Mevki ve makamla egosunu daha çok tatmin etmek için. Ona müdür olduğunu, amir olduğunu hissettirmedikçe sen iyi bir çalışan olamayacaksın. Sen makam sahibi olduğunda himayende çalıştırdıklarının da egolarını beslemek zorundasın. Yoksa iyi bir idareci olamazsın. Anlayacağın doğru olmasa da gerçek bu. Ben idarecilik yaptığım yıllarda en çok hizmetli görevlilerin egolarını okşadım. Yerlere paspas attıklarında onları övgüyle ödüllendirdi. Senin gibi paspas atan görmedim dedim. Ertesi gün daha güzel paspas yapmaya başladı. Düzeni biz kurmadık. Değiştirmemiz de mümkün değil. Oyunu kurallarına göre oynamazsan akıntının tersine yüzersin. Okullarda ilk öğrettiğimiz şey egodur. Aferim çok çalışkansın, gözüme girdin, sen diğerlerinden farklısın, sınıfta öğrenciyi ayağa kaldırıp tüm arkadaşlarına alkışlatmak ona ego yüklemektir. Neymiş kendine olan güvenini geliştiriyormuşuz. Ben yıllarca voleybol takımları çalıştırdığımda motivasyon adı altında sürekli ego yüklemişim. Çocuk kendisini okulda özel hissetmiş. Ben voleybolcuyum. Ben voleybol takımındayım diyerek yüksekten bakmış. Maça çıkıp yenilince voleybolcu olduğundan utanmış. Ego gerçekten var ve insanlık şu anda bunun üzerinde yaşıyor. Sen bunun yanlış olduğunu biliyorsun. Bazen yanlış yapmak doğru oluyorsa yapacaksın. İşte gölgelerin nerede olduğunu görmen ve onlar ile eğlenmen mümkün. Mümkün olan bir şey daha var. Başkaları da senin gölgelerini görebilir...
"Hasta olan insanlar hasta olmayan hiç kimseye katlamazlar."
İnsanlar bir şeye karar verdilerse o kararlarında direnirler. Sana iyileşmek istediğini söyleyen ancak iyileşmeyen insanlar seni çelişkiye düşürmesin. Bunlardan birisi de benim. Çelişki burada senin yaptıklarında değildir. Esasında hastanın kendisindedir. Hasta istediği için hasta olmuştur. Bunun bir çok sebebi vardır. En başta ilgi çekmek ve sevgi almak. Daha önce dediğim gibi dışsal bir kaynağa yönelmiş bir insanla karşı karşıyasındır. İnsanlar kendilerine yalan söyledikleri zaman sana nasıl dürüst olabilirler? Hastalık başta burada başlar. İlk olarak iyileşmek konusunda dürüst olmak zaten şifanın kendisidir. Şifa senin ellerinden çıkabilir ama o senin elinde değildir. İyileşmek istemeyen bir insanı iyileştirme gücü ancak kendisindedir. Bu yüzden kendisine dürüst bir insan gören kendisine yalan söyleyen birisi bunu kabullenemez. Şifa bulması gereken ilk konu dürüstlük konusudur. Ölmek istiyorsa bunu dürüstçe söylemelidir. Ne ölmek ister ne de iyileşmek. O zaman ne ister bun varlık? Dışsal kaynaktan gelecek enerjiyi. Hemen kaynağı düzeltme yoluna girdiğinde sana direnecektir. İşte burada yenmesi gereken en büyük sorun egodur. Egoyu egoyla bitirebilirsin. Biz demeye başladığında işin yarısına gelmişiz demektir. Ben böyle durumlarda zavallı bir rol alırım. Karşımdaki bakar ki ona ihtiyacım var hemen toparlanır ve sen demeye başlar. O buna başladığına bizi ortaya koymaya çalışırım. Birlikte ne kadar güçlü olduğumuzu anlamasını sağlarım. Zaten biz demeye başladığında en güçlü şifa enerjisi olan sevgi devreye girmiş ve yardımıma koşmuş olur. Biz içerisinde ilişki sen ben arasında gezer. Kimin kime ihtiyacı varsa ona döner. Güçlü olan güçsüz olanın güçlenmesini bekler. Güç dengesi kurulduğu anda mükemmeliyet gelmeye başlar. Beşinci Çakra devreye girer. Sevgi, saygı, inançlar ifade edilmeye başlanır. İster konuşarak, ister resimle ister müzikle ifade edilir. İfadeler karşılıklı enerji ve sevgi alış verişi öylesine hızlanır ki inanılmaz bir düzeye gelir. Enerji arttıkça cisimler gibi ilişkiler de ruhani boyuta taşınır. Soyutlaşır. Sonunda altıncı çakrayla konuşmadan bile anlaşan uyum başlar. Peşinden yedinci çakrayla öyle bir dans başlar ki ibadet gibidir. İşte direnç her bölgede kendisini gösterebilir. Ulaşılmaya çalışılan yer hakkında karar veremeyen kişi olduğu yerde takılınca sorunlar başlar. Yolu açmak sabretmek demektir. Tahammül etmek demektir. İnanmak, güvenmek demektir. Sevmek demektir. Maddeden maneviye doğru açılan yolda tekrar ölüp tekrar doğmak demektir.
Sen artık maddenin ötesindekini görmeye başladın. Çok güçlü, çok güzelin arkasındakinin de görebiliyorsun. Sorunların çarelerini de biliyorsun. Kendine samimi olmaz isen görmemeyi seçmişsin demektir. Bu sebepten acı çekiyorsun. Bildiğin halde kabullenmek zor geldiğinde acı verir. Kaynak ile bağlantıyı kesmek çok acı vericidir. Akaşik kitaptan bahsetmiştim sana. Buna dinimizde Levh-i mahfuz denir. 'nde olarak isimlendirilen, geçmiş ve gelecek tüm olaylar ve varlıklar katında bulunan Levh-i Mahfuz'da yazılı bulunmaktadır. 'e göre, Levh-i mahfuz, korunmuş levha demektir. Olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu kitap anlamındadır. , Levh-i Mahfûz'u görürler.
"Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta olmasın." (Neml Suresi, 75) Ayette geçen apaçık kitap Levh-i Mahfuz olarak yorumlanır.
Olmuş ve olacak şeyler Allah'ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan 'ın ilim sıfatı ile ilişkilendirilir. Korunmuş olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak ve korunmuş olmasındandır. Bu kitapta varoluş ile ilgili tüm bilgiler mevcuttur. Nümerolojiye girişimi de sana anlatmıştım. Madenin ötesinde bana verilen bilgiden de bahsetmiştim. Nümeroloji bana o kitapla ilgili çok şey öğretti. Hayatta rastlantı olmamasının ispatı da bu bilgilerde gizliydi. Sen bu dünyaya helmeden ismin, soyadın belliydi. Hatta bunlarda ipuçları vardı. Bir gün Nümeroloji, Reiki ve madde ötesiyle ilgili bilgi yüklenmemin bir sebebi olduğunu anladım. İnsanlar Mu kıtası henüz yok olmamışken bu akaşik kitapla bağlantı kurmayı öğrenmişlerdi. Yani bizde yedi Çakra varken onlarda 33 çakra full çalışır durumdaymış. Öylesine bile bir toplum oluşmuş ki ilkokulda mecburi dersler asasında Reiki varmış. Bu toplum birbirleriyle konuşmadan anlaşabilmekte ve hatta rivayetlere göre ışınlanarak yolculuk etmekteymiş. Bir gün kendilerini Tanrı ilan ettiklerinde Allah onların hepsini yok etmiş. Yok etmekle kalmamış Çakra sistemine öyle bir sınır kurmuş ki en fazla dokuz Çakra ilerleyebilmişiz. İnsan daha çok ilerlemek için tekrar dünyaya defalarca gelmeye başlamış. Onuncu Çakra asla açılmayacak şekilde kapandığı için onbirinci çakrayı açmaya yönelmiş hatta açmış. Bu yüzden 11 den sonra 22 ve sonrasında 33 e doğru bir yol başlatmışlar. Amaç o kitaba bağlanmak ve bilgileriyle yücelmek. Şu anda bu dünyada indigo dediğimiz yüksek enerjiyle 11 ve 22. çakrayı açmak için gelen insanlar 1980 itibariyle doğmaya başlamışlar. Hatta onların dünyaya gelme arzusu ve isteği yüzünden birden evlilik dışı çocuklar artış göstermişler. Zaten kıyametin kopması demek o kitaba bağlanarak bilgi almakla başlayacak bir süreç. Şu anda onun temellerini atmaktayız. İşin ilginç başka bir tarafı bu kitaba bağlanmak için 33 çakra çalıştırmak gerekmiyormuş. Ondan bilgiyi istediğinde zaten sende olan tüm bilgiyi hatırlamanı sağlıyormuş. Adem babamız bu kitabın hepsini okumuş ve ezberlemiş sanırım. Bununla ilgili ayetlere rastladım. İşte DNA sistemimizde tüm bilgi saklı ve biz onun farkında değiliz. Kısacası sen şu anda her şeyi biliyorsun ve farkında değilsin. Öğrenme denilen olayda yaşanan heyecan da bununla alakalı. Hatırlamanın heyecanı. Şimdi olay kopuyor. Sen her şeyi biliyorsun, ben her şeyi biliyorum ama farkında değiliz. Sen ile beni bir araya getiren sebebi de biliyoruz. Peki ne yapıyoruz biz? Unutulanı hatırlamaya çalışıyoruz. Biz daha önce seninle bu konuda çok çalıştık. Daha önceki hayatlarda birlikteydik. Kıyamet elbette var.
Reenkarnasyon da yok. Zaten bahsettiklerimin bunlarla, dinle, inançla da alakası yok. Ben bu kitapla bağlantı kurduğumu anlatmaya çalışıyorum o kadar. Ancak bana verilen sınırlar var. Bu sınırlar yapmakta olduğum iyiliğin bütünü etkilemeyecek derecede öğrenebilmem için sınırlandırıldığını da biliyorum. Bana sınırlarım yapamadığımda gösteriliyor. Sana bir şey anlatmaya çalışıyor ve yapamıyorsam orada sınır var demektir. Bu sınır Yaratanın evreni yaratırken mükemmel yarattığını da gösteriyor.
Hatalıkların en büyük sebeplerinden birisi de yaratılışını kabul edememektir. Kısacası yaratıldığın gibi kendini kabul edemediğinde sorunlar başlar. Cinsiyet iki şekilde incelenebilir. İlki biz bu dünyaya gelmeden önce cinsiyetimizi seçmiş olabiliriz, diğeri de cinsiyet ile ödüllendirilmiş olabiliriz. Her iki durumda da belli bir vücutla bu hayatı sürdürmek durumundayız. Kendini bir şekilde reddettiğinde içinde büyük bir savaş başlar. Biliyorsun ki savaşın kazananı olmaz. Bir kadın olarak dünyadaysan ve bununla mutu olamıyorsan işin gerçekten çok zor. Biz doğduğumuzda hemen öğrenmeye başlarız. Bizim öğrendiklerimizden çok bize öğretilenlerle varolduğumuzu zannederiz. Toplumların çoğunda kadın ikinci derece insan, hizmetçi, pis, aşağılık, dedikoducu, şeytan gibi tanımlamalara maruz kalırlar. Esasında kadın olmanın alamı bunlarda gizli değildir. Besmele çektiğimizde Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla diyoruz ya. İşte Allah'ın Rahman olan yansıması erkekte, Rahim olan yansıması da kadında bulunur. Kuranda Rahman ve Rahim sureleri de vardır. Dünyada dengede olması gereken en önemli konu bu iki özelliktir. Bu kavramları daha iyi anlamak için şöyle diyebiliriz. Rahman evrenin eril, Rahim ise dişil tarafıdır. Kadında Rahim'e ait şefkatin bir yansıması vardır. Erkekte de Rahman'a ait merhametin yansıması vardır. Kadınlar bu yüzden çok duygusaldır. Oysa duygu yükünün daha fazlası erkekte bulunur. Erkeğin Rahman tarafının dışa vurulabilmesi için bir kadının Rahim tarafına ihtiyacı vardır. Besmelede çok özel bir mesaj vardır. Rahman ve Rahim bir araya geldikleri zaman gerçekten Allah'ı anlamaya ve kavramaya başlarlar. Hepimizin içinde dişil ve eril taraflar vardır. Bu aynı zamanda kişinin iç dengelerini sağlaması sonucu dış dengelerin sağlanacağı mesajını da vermektedir. İşte bu konumda sana verilmiş olan bu özelliği reddedersen içsel bir çöküş başlar. Üzerindeki giysileri ne kadar değiştirirsen değiştir bedenin aynı kalacağı gibi, vücudunda ne değişiklik yaparsan yap o ruhunu değiştirmeyecektir. Kahve rengi gözlerine istediğin kadar mavi lens tak çocuğuna bu lens asla geçmeyecektir. Kendini olduğun gibi sever ve kabullenirsen o kadar çok dua etmiş sayılırsın ki anlatamam. Tersini yaparsan emin ol içsel çöküşün bedenine yansıyacak ve gerçekten çok hasta olacaksın. İçinde gerçekten çirkin bir şey varsa o dışa yansıyacaktır. Kendine duyduğun öfke, beğenisizlik dışa çirkinlik olarak yansıyacaktır. İç dengeni kurduğunda dış dengeler kendiliğinden kurulacaktır. İçinde öne çıkmış Rahim yansıması için çok şükret ve bundan mutluluk duy. Sen gerçekten korunuyor, seviliyorsun. Evrene şöyle bir baktığında yer yüzünün Rahim bir yansıma olduğunu, gökyüzünün de Rahman bir yansıma olduğunu göreceksin. İkisi bir arada nasıl ahenkle duruyorlarsa sen o ahenkle her iki yönünün de dengede tutmaya çalışacaksın. Ta ki bir eşin olana kadar. Eşinle evlilik sözleşmesini imzaladıktan sonra herkes kendi yansımasını gösterecek ve bu bütünlükten yaratılış başlayacaktır. Rabbin yaratıcılığının yansıması olan bir insan senin bedeninden dünyaya gelecektir. O dünyaya gelen insan senin değildir. Bu çok önemli . O sana emanettir. Onu beslemen, büyütmen ve öğretmen için sana her şey verildi ve verilecek. Doğacak olan o insanın da kısmeti onunla verilecektir. Allah asla onu korumasız bırakmayacaktır. Onun için endişelenmene gerek yoktur. Emaneti hakkıyla korumak gerekir. Son nefesine kadar o emanet senin emanetin. Ona bu gözle bak ve hiç kimseyle kıyaslama. O her zaman kendisi olmayı öğrensin ve bizim gibi bir sürü kirli bilgiyle büyümesin. Egosu onu kontrol etmesin, o egosunu kontrol etsin. Vücuduna gösterdiği ilgi kadar ruhuna da ilgi göstersin ve aç kalmasın. Bunu daha çok uzatabilirim. Sen gerisini anladın.
Başına gelen kötü olayların sonunda bir şeyler öğrendiğini ve öğrenmen için gerekli olduğunu asla unutma. Sana kötülük yapan insanların da iyilik yapanlar kadar gerekli olduğunu daima hatırla. Sana izin verdiğini söyleyen ve sonrada bunları yıllık izinlerinden düşen amirinin sana neyi öğrettiğine bir bak. Belki iznin gitti ama karşılığında öyle bir güç kazandın ki. Artık iznin bir daha gitmeyecek tam tersine giderek artacaktır. Sen de amir olduğunda bu günü hatırlayacak ve çalışanlarına izin verme yetkin olmadığını rapor almalarını öğütleyeceksin. Bu oldukça samimi davranışın karşılığında da saygı göreceksin. Amirine kızmayı bırak ve ona öğrettiği şeyler için teşekkür et bence. Hayatta bugüne kadar negatiflere karşı hep negatifle savaştın. Bunu biliyorum. Bundan sonra sen negatifleri daima pozitife çeviren bir insan olacaksın. Belki bu mektupta bunun için yazıldı. Yanlışları doğruya çevirmek için çalışırken, yanlışa yanlışla cevap vererek negatifi artıracağını unutma. Asıl görev negatif-pozitif dengesini sağlamak. Önce bunu içimizde başaracağız. Sonra dışımıza yansıyacak. Bize yapılmış haksızlığa bir ders edasıyla yaklaşmak bunun için. Esasında seni bıraksam sen de onun gibi davranacak ve ondan bir farkın kalmayacaktır. O zaman da benim farkım kalmaz. İnsanlar deneyimlerini başlarına verilmiş bela olarak görürlerse hakikatten bela olur. Bu deneyimler birer ders olarak algılandığında sonunda bir bilgi yumağı gelir ve seni güçlendirir. Asıl bela bunun farkında olmadan başımıza gelen olaydan ders çıkartmayarak harcadığımız ömrün boşa girmesidir. Bela bizi güçlendirmez, öfkelendirir, kızdırır, kin besletir, intikam ister. Bunların hepsi negatif, hasta edici, dengelerimizi bozucu enerjiler ve düşünce kalıplarıdır. Bunu dersini aldığımızda tam tersine minnet, saygı, sevgi ve anlayışla karşılarız. Al sana pozitif duygular. Negatifi pozitife çeviren yine biziz. Sen olayın tam ortasındasın ve insanları çok iyi gözlemleme şansın var. Hakim haklı ile haksızı ayırt ederken neye göre ediyor? O şunu biliyor ki haklı-haksız yoktur. Doğru-yanlış vardır. Adam haklı olsa da yanlış yapabilir. Suçlu olan da doğruyu yapmış olabilir. Bu kanunlarla belirlenmiş bir çerçevede incelenir ve karar verilir. Peki evren kanunlarında doğru ile yanlışın kararını kim veriyor? Doğru olana pozitif, yanlış olana negatif dersek sonuç meydana çıkıyor. Denge kurulana kadar dava devam ediyor. Davada herkes kendi negatifi ve pozitifiyle yargılanıyor. Sen şikayet edersin. Hayatı suçlarsın. Evren yasaları da doğrularına yanlışlarına bakar ve sana hakkın olanı verir. Bunda da çok adildir. Davalı da içimizde davacı da. Doğru da içimizde yanlış da. Pozitif de içimizde negatif de. Burada sen neyi seçersen hayatta ona göre yargılanırsın. Negatifi seçtin diyelim. Yaz kızım karar; " Davacının negatif olduğu görülmüş ve negatiften dolayı , böbrek yetmezliği cezasına çarptırılmasına karar verilmiştir." J Hep mi pozitife çevireceğiz hocam dediğini duyar gibi oldum. Kızım o kadar negatife çevirici var ki emin ol az bile kalıyoruz. Kendi ailenden başla, işe giderken insanları incele, iş yerindeki negatifleştirme çalışmalarına bak, TV izlerken ağlayan zırlayan kadınların olduğu, aldatma, ihtiras, para hırsı, cinayet, ne istersen hepsi negatife bağlamış. Önce kendimizi bu etkilerden sıyırmamız gerek. O zaman iç denge kurulunca dışarıya net bir gözle bakabilirsin. Oyuna dışarıdan bakabilmen için, oyundan çıkman gerekiyor. Bak sonra tekrar dal oyuna.
Sevgiden bahsetmiştik ya. Evrende ruhu besleyen tek besin. İşte o sevgiyi içinde başka bir şey olmadan onu yalın yaşamayı öğreniyoruz.
Bu mektup yazılırken yalnızca sana yazılmadı. Yazılanları okuyan tüm kızlar benim kızım oldular. Kendimi de sizden ayrı düşünemiyorum. Bunun için birbirinize sıkıca sarılın ve beni dağıtmayın. Sizin birliğiniz benim birliğim olsun. Onların da bilmesi gereken bir çok şeyi yukarıda yazdım. Zaten sorunların çıkış kaynakları temel olarak bunlardı. İnanmak için illa görmek gerekmediğini sen de biliyorsun. Şunu da söyleyeyim her gördüğüne de inanacaksın diye bir şey yoktur. İnsanlar sana yaklaşırken senden bir şeyler almak için sana yaklaşıyorsa bunu hemen anlamanın bir çok yolu vardır. Sendeki sezgi yeteneğine bağlı bir yol. İnsanların yapmacıklıklarını gördüğünde hemen yıkılma. Sezgilerinin sana söylediklerini duymamazlıktan geldiğin için üzülüyor olabilirsin. Sezgilerine güven. Zihnin sezgilerinin doğru olmadığını söyleyecektir sana. Gözlerini boyayan tüm güzelliklerin ardında bir tehlike olabileceğini unutma. Mükemmel gözüken bir şey varsa kesinlikle o yalandır. Mükemmel olmak yalnızca Yaratana ait bir özelliktir. Yukarıda da bahsettiğim gibi bu güzellik gözlerini kamaştırsa da ancak ve ancak Allah'ın bir yansımasıdır. Kaynaktan şaşmadıkça tehlikelerden korunursun. Çareleri, çözümleri insanlarda aradığında onların yalnızca karşılık beklediklerini gördüğünde çok üzüleceksin. Onlar çarelere vesile olabilirler ancak gerçek çözümü Yaratanda bulacaksın. Çevrendeki insanlar ne kadar güzel, ne kadar iyi olduğunu söyleyip bugüne kadar alıştıkları yöntemle, egonu şişirerek sana yaklaşmak isteyeceklerdir. Dikkat et. Çevrende bir sürü arkadaşın olacağına bir tane dost hepsine bedeldir. Sen kendi yaş gurubun için oldukça bilgeleştin. Bu sebepten yalnız kalabilirsin. Bir süre gerçek dostu aramak için baştan yalnız kalmak, bir sürü insanın seni terk edip sonradan yalnız kalmandan iyidir. Önce ödülü mü alacaksın yoksa bedelini mi ödeyeceksin. Hangisini önce yapacağın gerçekten önemli. Büyük bir hayat deneyiminin arifesindesin. Bu deneyim ne ilk deneyimi olacak ne de son. Özgürlükle tanışacak ve daha önce başkalarının koyduğu sınırları kendin koymak zorunda kalacaksın. Bu seni büyütecek ve olgunlaştıracak. Kendin olarak yaşamanın zevkini alacaksın. İnsanlara kendinden bir şeyler vereceğin zaman onlara hak ettikleri kadarını ver. Onların ne kadar bencil, ne kadar saygısız olduklarını gördükçe hayretlere düşecek ve kendini yalnız hissedeceksin. Korkma. Onlar senin kendini tanıman için çevrene toplandılar. Gerçek birlikteliğin fiziksel değil ruhsal olduğunu biliyorsun. Biz her zaman seninle olacağız. Bunu daha önce büyük kızıma da söylemiştim. Okurken yanağında bir gülücük olacağını da biliyorum. Ben sana tek başına varolabilmen için gereken her şeyi öğrettim. Nereye gidersen git içinde beni de götürüyor olacaksın. Bunu anlayabilmen için denemen gerekiyor. Kim olduğunu tüm açıklığıyla göreceksin. Kendini olduğun zannettiğin kişi olmadığını görerek tanıyacaksın. Başına en büyük belayı fiziksel güzelliğin açacak ama bunların hepsini iç güzelliğinle def edecek güçtesin. Ben sana bu konuda çok güveniyorum. Yalnızlık düşünmen için sana verilmiş bir ödüldür. Derin düşünce yani tefekkür de bir ibadettir. Sana verilmiş bu şansları ağlayarak sızlayarak, şikayet ederek geçirme. Tefekkür et. İyi değerlendir. Sabırsızlığının nedenlerini yukarıda epey anlattım eminim çözmüşsündür. Sabretmen gerektiği anda büyüdüğünü ve güçlendiğini unutma. Allah sabredenleri çok sever. Sabretmek de ibadetlerin en yücelerindendir. Zihin kendi sistemini geliştirmiş ve diğer insanları kendi yönetimine almak isteyen bir yapıyla siyaset diye bir olgu oluşturmuştur. Bunu insan haklarının üzerinde temiz bir işmiş gibi paklayıp diğer insanların duygularını kullanmak ve esasında onları kullanmak amacını güder. Siyasi bir taraf olursan karşı tarafın da düşmanı olursun. Siyasi taraf olanlar oyun içerisinde oyun oynamaya çalışırlar. Bu tür faaliyetler, etkinlikler ve hareketlere katılma. Gerçek görevini unutma. Sen okuyacaksın. Siyasi, dini, herhangi bir baskıyla karşılaşırsan zaten sende olan uzlaşımcı kişiliğinle bunu halledeceğine eminim. Yeni tekamülünde seni sevgiyle izliyor olacağız. En zayıf günlerinde kulağına bir şeyler fısıldayacağız. Tekamülün bitip geldiğinde aynı sıcaklıkla sana sarılacağız.
Sana bahsettiğim bir sene vardı ya... Kararlarını verebilmen ve yolunu çizebilmen için bu sana bir fırsat olacak. Aydınlık gibi yayılacak mısın yoksa karanlık gibi emip duracak mısın? Bu sorunun cevabını biliyorsun aslında. Bunu deneyip görmen gerekiyor. Denemek için de ilk şart kendini iyi tanımaktır. Buradaki etkiler üzerinden kalktığında başka etkilete girmeden devam edebilirsen gücünü göstermiş olacaksın. Arkadaşlıklar kurmak ve toplumda bir yer edinmek için özel yeteneklerini asla kullanma. O zaman aldanmış olursun. Ancak gerçekten ihtiyacı olan insanlara göster bunları. İbadetlerini gizli yap. Kendine güven. Ancak unutma ki oradaki öğretmenlerin dahil çoğu kişinin egosu çok yüksek olacak. Alçak gönüllü olmakla alçak olmanın ince sınırını göreceksin. Derslerde öğreneceklerin hayatta öğrendiklerinin yanında komik kalacak. Zaten sen şimdiden bunu hissediyor ve heyecanını yaşıyorsun. Asla kendini bırakma ve daima güçlü ol. Zaten olmazsan biz sana yollarız :)
Şimdi size bir hediye daha veriyorum. Kardeşliği. Birbirinizin sorumluluğunu veriyorum. Sizi seviyorum.
BÖLÜM II
UYANIŞ VE RUHA DOKUNUŞ...
Biliyor musun kızım, çevrende birlikte olduğun insanlar neden sana bu kadar karışık geliyor? Onları bencillikleri, acımasızlıkları ve bunca kötülükleri yaparlarken sen kendini sorguluyorsun. Sorgulaman da gerekiyor. Onlardan farkın zaten burada başlıyor. Onlar sorgulamıyorlar. Oysa sen bunu yapıyorsun. Sorgulama işi gerçekten zor bir iştir. Kişilerin yerine kendini koyar ve olayın tabiatını çözmeye çalışırsın. İşlerin neden böyle yürüdüğünü biliyor musun? Herkes derin bir uykuda kızım. Öylesine derin uyuyorlar ki ne seni duyarlar ne de beni. Bu yüzden anlatamıyorsun gerçekleri. Uykularında gerçek olduğuna inandıkları bir rüyada yaşıyorlar. Oysa gerçek zannettikleri hiç bir şey gerçek değil. Uyandıklarında bunu görecek ve bir ömrü nasıl boşa harcadıklarını da anlayacaklar. İnsanlar yaşlandıkça bu yüzden mızmız oluyor. Uykudan uyanmak üzere olan bir çocuk gibi davranırlar. Çünkü onlar uyanmaya çok yaklaşmışlardır. Bu dünyada uyanamayanlar ölümle uyanacaklardır. Uyuyarak geçirdikleri bir ömrün yasını tutarak buradan gideceklerdir. Çevremdeki bir çok insanı uyandırmaya çalıştım. Hepsi de bana bunu yaptığım için kızdılar. Uykuları çok tatlıydı. Oysa gözlerini açmış olsalardı, inan gerçekler rüyalardan daha bir tatlı. Bunu göreceklerdi ve bana teşekkür edeceklerdi. Baksana çevrene, ailene, arkadaşlarına, amirlerine, iş yerine gelip gidenlere. Nasıl da uyuyorlar. Onları uyandırmaya çalıştığında bunu da bir rüya zannediyorlar. Hatırlasana seni uyandırmak için nasıl sarstığımı. En son yaşadığımız saygı sorununa baksana... Oysa ben sana asla kırılmadım ve kızmadım. Bu fırsatı da iyi değerlendirip seni çok güçlü salladım. Bu sefer uyku ile uyanıklığın en son safhasına geldin. Artık uyandın ve yataktan kalkıp doğrulmaya başladın. Hani güneş olmaktan bahsetmiştim ya sana. İşte bu da aynı şeydi. Uyanışın hayırlı olsun kızım. Sen artık uyuyan güzel değilsin. Bir prensin de seni gelip öpmesini beklemeyeceksin. Artık gerçekler alemindesin. Masallar aleminde de değil... peki hocam beni nasıl uyandırdınız diye soruyorsun. Kolay olmadı. Yıllarımı aldı. Çünkü bir süre biz birlikte aynı rüyadaydık. Ben o rüyanın içinde senin rüyanı da yaşadım. Geleceğini şekillendirirken bunu rüyanın dışına odakladım. Benim rüyam da seninle birlikte gerçekliğe odaklandı. Ben ilk uyanışımı liseye giderken yaşadım. Fazla sürmedi tekrar uyudum. İkincisi de ilk öğretmenliğe başladığım yerde oldu. O da fazla sürmedi hemen uyudum. Üçüncüsü tam uyanışım oldu. Aslında senin de uyanmana sebep olan benim Alanya ya taşınmamdı. Senin uyanışın ise İstanbul ile başladı. İstanbul'da ne vardı? Altın Oran ile hesaplanmış Altın Hat vardı. Bunu anlatmak için alıntı yapacağım..
Dünya uzaydan bakıldığında yörüngesine göre 23 derece eğik görünmektedir. Eğer dünyanın yörüngesine dik bir çizgi Mekke şehrinden Makam'ı İbrahim gösterdiği yöne yani kuzeye doğru yükseltilirse şaşırtıcı şekilde Mekke, Kudüs ve İstanbul'un aynı düz çizgi üzerinde yer aldığı görülecektir. aklaşık, Mekke'den Kudüs'e 1200 km, Kudüs'ten de İstanbul'a 1200 km'lik birbirine eşit mesafe vardır. Bu ibretli oran tarihte de kendini gösterir. Kudüs yaklaşık 1200 yıl kadar Müslümanların elindeydi, İstanbul da yaklaşık 600 yıl kadar Müslümanların kontrolündedir. Yani 1/2'lik oran aradaki mesafelerde olduğu gibi tarihsel süreçte de kendini göstermektedir.
Peki, Altın Hat ismi verilen, dünya yörüngesine dik çizilmiş bu gizemli çizgi neden İstanbul'u işaret etmektedir. Şüphesiz İstanbul önce Hıristiyanlığın yönetim merkezi sonra da Müslümanlar tarafından fethi ile birlikte İslam'ın yönetim merkezi ve başşehri olmuştur. Hadislerde övgüye mazhar olmuş bu şehir, hilafetin simgesi sayılan Kutsal Emanetlere de ev sahipliği yapmaktadır.
Neden İstanbul?
Kuran'da övülen ve önem atfedilerek bahsedilen şehirlerden Mekke şehirlerin anası, Kudüs mübarek ve bereketli yer olarak bildirilmiştir. İstanbul'a ise bir işaret olabilir. Şöyle ki; Musa (a.s) ile Hızır (a.s) Allah tarafından buluşmak üzere iki denizin birleştiği yere gönderilir. Musa (a.s)'a bu yolculuğunda hem kitap ehlinin hem İslam âlimlerinin ittifakı ile Yuşa (a.s) eşlik etmiştir. Musa (a.s)'ın yaşadığı yere yaklaşık 1 sene uzaklıkta iki boğaz (denizlerin birleştiği yer) vardır. Biri Süveyş Boğazı, diğeri İstanbul Boğazı. Peki, hangisinde buluştular? Yuşa tepesi ve kabri olarak bilinen İstanbul Beykoz'da bulunan bu mezar Yuşa (a.s)'ın büyük ihtimalle bu bölgede gömülmeyi vasiyet ettiğini akla getiriyor. Çünkü mısır dolaylarında benzeri bir kabir yok. Bu bölgede çok eski çağlardan beri önemli manastır, tapınak ve mescitlerin yapılmış olması ve kabri çevrelemeleri ihtimalleri kuvvetlendiriyor. Bu durumda İstanbul'un Kuran'da ilmin toplanma ve buluşma mekânı olarak seçilmesi ve tüm tarih boyunca bu hakikate uygun, Dünya'nın en gözde şehri olarak yaşaması son derece hikmetlidir.
İstanbul son 2000 yıldır Kutsal kitabı kanun edinerek yaşayan teokratik kökene sahip devletlerin başşehri ve dinlerinin en güçlü kalesi olmuştur. Mekke ve Kudüs dinsel merkezler, İstanbul ise onları koruyup siyasi manada yöneten bir beyin konumunda yer almıştır.
Fakat İstanbul asıl gizemini Altın Çağ'la olan ilişkisinde saklamaktadır.
Altın Siluetin Merkezleri ve Secdesi
Altın Hat üstündeki bölgeleri bir araya getirdiğimizde sanki bölgenin gizemli ruhunu yansıtan ibadet halinde bir insan silueti ile karşılaşırız. Bu şekil dişil bir görünümü olan, dizleri üzerine çökmüş, elleri göğsü üzerinde boynu bükük namaz kılan, İnce ve Sivri topuklu ayakkabı giyen, bol elbiseli bir insanı çağrıştırır. Onu hayal ürünü bir coğrafi benzetme olmaktan çıkaran pek çok gizeme sahiptir.
Bu siluetin bedeninde Altın Hat merkezleri olan şehirler tarihsel sürecin kendilerine verdiği role uygun olarak yer almışlardır. Mekke şehirlerin anası olarak ilahi yaratış ve doğum merkezinde, Kudüs vahyin ve ilhamın indiği kalp merkezinde, İstanbul ve Anadolu ise beyin ve yönetim merkezinde yer alması tarihe bakıldığında son derece anlamlıdır.
Diğer bir gizem ise siluetin tavrında ve hareketlerindedir. Kıtaların ve fay hatlarının sürüklenmesinden kaynaklanan bu hareket şekilde görüldüğü gibi secdeye doğru giden ve gittikçe başını eğen bir insanı ifade etmektedir. Mısır ise bir secde taşı olarak gittikçe kuzeye yani başa doğru yaklaşmakta ve sanki zaman bu başı secdeye hazırlamaktadır.
Ayrıca Dünya'nın 23 derecelik eğimi ile uzaydan görünüş baz alındığında Mekke'nin Ekvatora olan uzaklığı ile İstanbul'un Mekke'ye uzaklığı birbirine eşit olacaktır.
Araştırmacı yazar ve Yönetmen Erdem Çetinkaya'nın Kutsal Gizemler kitabından alıntıdır.
Bu araştırmalar eşliğinde İstanbul ile ilgili başka ilginç bilgiler de elime ulaştı. Bu şehir üzerinde bir çok medeniyetin geçtiği ve bir çok inancın yaşandığı kutsal bir merkezdir. İstanbul yedi tepeden oluşmaktadır. Uyanmak için çok anlamlı bir yerdir. İnsanlar taşı toprağı altın diye oraya neden bu kadar çok geliyorlar sanıyorsun. Orasının bir çekim gücü ve muhteşem bir enerjisi var. Hatta dünyanın denge merkezi de diyebilirim.
Peki hocam Alanya ile ne alakası var diyebilirsin. Bu da oldukça ilginç. Araştırmalar yaparken Eşkenar Anadolu Üçgeni ile karşılaştım. Bu bölüm de alıntıdır haberin olsun.
Petrus Vesconte'nin 1311 yılında hazırlamış olduğu bir harita vardır. Bu haritada rüzgar gülleri ile kerte hatlarının belirlediği dış ve içte oluşan iki dairenin de ortak bir merkeze sahip olduğu görülür.
Petrus Vesconte'nin haritasındaki kerte hatları ile odak noktaları ağının oluşturduğu desene sadık kalmak koşuluyla daireleri haritamızın üzerine yerleştirdiğimizde elde ettiğimiz iki dairenin sınırları içinde kalan alanda pekçok inisiyatik merkez yeralmaktadır.
İç dairenin üst kısmı Troya'nın, alt kısmı ise Efes'in tam üzerinden geçmektedir. Sardes gibi bir zamanlar önemli inisiyatik merkezler de iç dairenin sınırları içinde yer alırlar.
İç dairenin bulunduğu bölge bir başka açıdan daha önemli bir olayın geçtiği gizem perdesiyle örülüdür. Aziz Yuhanna'nın bir vizyon halinde aldığı İncil'in Vahiyin bölümü, Ege Bölgesi'ndeki 7 kadim merkezde bulunan topluma hitaben verilmişti. İşte bu 7 merkezden Efes ve Sardes, söz konusu dairenin üstünde, Bergama, Thyatira ve İzmir içinde, Filadelfiya ve Laodicea ise çok yakınında yer almaktadır.
Dış dairenin geçtiği yerler ise tarihte çok önemli bir yere sahip olan bazı inisiyatik merkezlerin tam üstünden geçmektedir: Cumae, Şam, Nemrut, Giresun ve Gize ...
Cumae: Roma Gelenekleri'ne göre İtalya' daki Cumae denilen yerde "Yeraltı Dünyası "na inişi sağlayan bir geçit vardır. PalIadion'u Troya' dan İtalya'ya götürmüş olan Aeneas, yeraltı dünyasına Cumae denilen yerden inmişti.
Yine bazı kaynaklara göre, Yunan Mitolojisi'nde ifade edilen Troya'rundüşüşünden sonra, Aeneas'ın yanısıra Erithreia Kahiriesi de İtalya'ya göç etmiş ve Kyrre Merkezi'ni oraya taşıyarak Cumae'yi tesis etmiş olup, ünlü Cumae Kahinesi ile aynı kişidir. Burada gerçekten de, Cumae Kahinesi'nin yaşadığı söylenilen mağarada son bulan 1 km uzunluğunda bir tünel bulunmaktadır.
Petrus Vesconte'nin çizdiği haritasının sadeleştirilmiş halidir.
Petrus Vesconte'nin haritasında ortaya çıkan iç ve dış dairelerin geçtiği bölgeler.
Şam: Şam'ın bir zamanlar Sufi inisiyasyon merkezi olduğu bilinmektedir. Örneğin Batı'nın en önemli inisiyatik ekollerinden biri olan Rosicrucian Tarikah'nın kurucusu olan Christian Rosenkreutz, 15. Yüzyıl' da Şam' daki Bilinmeyen Üstatlar tarafından inisiye edilmişti.
Nemrut: Mitra İnisiyasyonu'nun merkeziydi.
Giresun: Eski adı Cerasus olan Giresun'un açıklarında Karadeniz'de yer alan Ares Adası'nda Rodoslu Apollonius'a göre bir zamanlar mermerden inşa edilmiş olan gizemli bir mabet bulunmaktaydı. Bu mabedin nasıl bir fonksiyon gördüğü ve akıbeti bilinmiyor.
Rize: Mısır İnisiyasyonu'nun merkeziydi.
Petrus Vesconte'nin haritasındaki bu ilginç rastlantılar üzerine, şimdiye kadar yurtdışında birçok araştırmacı, bilima damı ve yazarın yayınladığı makale ve kitaplar bulunmaktadır. Örneğin, 1939 yılında yayınlanan bir makalede Albay A.T. Powel şunları söylemiştir:
Ortaya çıkan üçgenimizin Anadolu üzerindeki geçtiği yerlere biraz daha yakından bakacak olursak, konu daha da gizemli bir hale bürünür. Zira üçgenimizin sınırlarını belirleyen çizgiler, Anadolumuzun en gizemli bölgelerinin üzerinden geçmektedir.
Kızım işte bunları incelerken gözümden kaçan bir şey olmuş. Dikkatimi çektiğinde çok heyecanlandım.
Bu üçgeni tam ortasından ikiye bölen bir çizgi çektiğinde iş daha da ilginçleşiyor. Ankara-Konya-Alanya hattı oluşuyor. Konya hem ilmi hem de dini açıdan ne kadar önemli biliyorsundur. Demek ki burası uyanma bölgesi. İşte Alanya da bu doğru üzerinde bir uyanma bölgesiydi. Bu sebepten Alanya bir inanç merkezi ve aynı zamanda bir turizm merkeziydi. Hem Türkiye içinden hem de dünya ülkelerinden akın akın insan gelmesi de burasının enerjisiyle alakalıydı. İşin daha da ilginç olanı İzmir'in de bu üçgenin batısında oluşu ve içinde kalışıdır.
İşte ikimizin de uyanışı böyle başladı. İsimlerin sayısal değerlerine bakıp da karakter tahlil etmeyi öğrendiğimde ilk olarak çalıştığım okuldaki 400 öğrenciyi taradım. Anadolu Nümerolojisine göre çıkan sonuçlar kişilerin bu dünyaya gelirken getirdikleri enerjileri gösteriyordu. Ancak çıkan sonuçlarda 11, 19 ve 22 özel bir yer alıyordu. 11 ler idaelleri doğrultusunda bu dünyayı değiştirmek için gemişler. 19 lar bu dünyayı değiştirme işini fiilen yaparlar. Örneğin Atatürk 19 çıkmıştır. 22 ler ise yukarıdakini görüp aşağıdakini de aynen yapmak isteyen yüksek mimarlardır. Bu saydığım özel insanların uyanmış olmaları önemlidir. Atatürk İstanbul'da uyanmış baksana. Ankara- Alanya hattını biraz daha kuzeye uzatırsan Kurtuluş Savaşının başladığı yere gidersin. Samsun'a. Okulda yaptığım tarama sonrası Nümeroloji olayına güvenim azalmıştı. 14 adet 11 vardı, 11 adet 19 ve 12 adet 22 vardı. Aldığım bilgiye göre 22 ler nüfusun 10 binde birine tekamül etmekteydi. 19 lar yüzde yirmisine ve 11 ler yüzde yirmisine. O zaman benim okulumdaki hesaba göre bu iş yanlıştı. Ancak yukarıdaki tespitleri işin içine katınca bunca özel çocuğun neden Alanya da olduğu anlaşılabiliyordu. Bir bakıma benim de neden burada olduğum meydana çıktı. Nümeroloji olayında sorun yoktu ama benim bakışımda sorun vardı. Uyanma hikayemiz böyle kızım. Dönem olarak ben senden önce uyanmış olsam da üzülerek söylüyorum çevremizdeki bir çok insan halen uyumakta. İşte uyanmış olmanın en zor tarafı bu olabilir. Herkes uyuyorken senin de uykun gelecektir. Sürekli uyanık kalmak için tutunman gereken tüm dalları ben sana öğretmekle yükümlüyüm. Sen de tekrar uyursan ben epey yalnız kalacağım demektir. Bu sebeplerden dolayı sen şu aralar uyanık kalmaya çalışmalısın. Çevrendekileri uyandırmaya çalışmayı bırak. Biliyorum kendini yalnız hissediyorsun ama buna alış. Onların uyku rehavetine düşme. Zihnini sustur ve ruhunu dinle. Rehberlerin senin için çırpınıyor. Sayısızca melek senin için sevgiyle çalışıyor. Onları anlamaya hissetmeye çalış. Onların sesi seni uyanık tutacaktır. Bir de her konuda uyanık zannetme kendini. Hangi konularda halen uyumakta olduğunu bul. Rüyadan gerçeğe çık. Çevrende bir sürü uyuyan güzel, uyuyan yakışıklı, uyuyan anne, uyuyan baba, uyuyan amir hatta uyuyan devlet başkanları var. Bırak uyusunlar. Bizim uyandıramadığımızı Rab zamanı geldiğinde uyandıracaktır.
Yazdıklarımdan meydanda biliyorum ama kişiliğimin paylaşmak üzerine ne kadar fazla çalıştığını gördüm. Hatta bu konu ile ilgili ne çok hata yaptığımı da gördüm. Mesleğim de bu konuda bana verilmiş bir ödül aslında. Reiki alternatif bir şifa yöntemi olabilir ama en büyük şifayı kişi kendisine veriyor. Ben reiki ile tanıştıktan sonra uyanık kalmayı da öğrendim. Öylesine heyecanlandım ki çevremde herkese bunu vermek, uyanmalarını sağlamak istedim. İlk sırada da sen geliyordun. Ancak uyanmanın başka sebepleri olacağını hesaplayamamıştım. Hem İstanbul hem de Reiki bir araya gelince sana fazla yüklenmişim. Ben bunu hissettiğim için yeni tekamülünde senin yanında olacağım konusunda kendime söz verdim. Sen bu sebepten bana çok yüklendin ve ben bu sebepten sana sabrettim. Sordun bana hocam bana kızdınız mı diye. İşte cevabı buradaydı. Peki sen bana bu dönemde ne öğretmiştin. Bir insan önce kendi sorumluluklarını almalıydı ki sen bunu yapmıştın zaten. İkinci olarak kişi toplumsal sorumluluklarını almalıydı. Burada gelişim göstermekteydin. Ancak ben sana reiki ile evrensel bir sorumluluk vermiştim. İşte burada sıkıntı başladı. Elbette böyle bir sorumluluk sana ağır gelmişti. Hataların ve sorunlar bu yüzden çıkmıştı. Sen gerçekten gözü kara ve idealist bir kişiliktin ve bu sorumluluğu sorgulamadan alıverdin. Bütünün hayrına yaşama ve bütüne hizmet etme görevini üzerine aldın. Uyanışın arkasından kendine gelemeden bir görev almak gerçekten zordur. Kendine gelme safhasında bir de sorumluluk almak seni tekrar uyumaya sevketti. Uyumaman için de biraz sert biraz anlamsız şeyler yaşadın. Önemli olan halen uyanık olman. Hocam beni namaz kılmaya teşvik ediyorsunuz dediğinde uyanık olduğundan sen ne yapman gerektiğini kendin görüyordun. Teşvik falan yoktu. Uyanışımızın zamanlaması ve nerede olduğuna uyandığımda çok heyecanlandım. Baksana sen nerede uyandın. Demek ki orada üzerine alman gereken toplumsal bir sorumluluk var. Şükretmen için sana verilen bilgeliği her zaman Rab yolunda kullanman lazım.
Bana soruyorlar neden kızına mektup yazıyorsun da oğluna değil. Zamanında oğluna mektup yazan insanlar olmuştur. O zamanlarda oğullar sıkıntı içerisindeydi. Ama günümüzde kızlar sıkıntı içerisinde. Ben de onlara bu sıkıntının sebebini anlatmak için tüm kızlarıma yazıyorum. Dünyadaki tüm kızlarıma yazarken üzerimdeki sorumluluğun da farkındayım. Dengelerin bozulduğunu görebiliyorum. Değer yargılarının bizi ne hale getirdiğini de görüyorum. Benim kızlarım doğru yolu görebildiğinde tüm dünya doğru yolu görecek biliyorum. Onların bir gün birer ana olacaklarını, rahim olacaklarını biliyorum. Bir kadının çocuk istediğinde, bunun Rabbin yansıması olan Rahim ile Rahmanın bir araya gelmesi olduğunu görüyorum. Onlar bir araya geldiğinde yaratılan varlığın da rahim'in içinde dokuz ay durduğunu biliyorum. Kadın bu dokuz ay boyunca canından can vermektedir ama unutulan şudur ki enerjisinden de enerji vermektedir. Toplumumuzda ikinci derecede tutulan kadın elbette ikinci derece evlatlar doğuracaktır. Anne tüm inançlarını, tüm duygularını ve tüm enerjisini karnındaki evlada aktaracak, sonuçta onu tüm benliğiyle besleyecektir. İşte bilge anneler ve bilgili analar bu yüzden gereklidir. Anne karnındaki çocuğunu nasıl beslerse doğduktan sonrada ruhen öyle beslemeye devam edecektir. İşte kızlarım bu yüzden önceliklidir. Bir insan aileden yüzde otuz öğrenirken toplumdan yüzde yetmiş öğrenecektir. Ama bu yüzde yetmişin yolunu diğer yüzde otuz açar. Temel önemlidir ve inşa üzerine olur. Toplumsal olarak kadın gerçek değerini bulamadığı taktirde kişiler de gerçek değerlerine ulaşamazlar. Kadın toplumda belirleyici konumdadır. Onun ne olduğunu belirleyen bireysel yada toplumsal meseleler şu anda yanlış yapmaktadır. Ben de bu yanlışın bir parçası olamayacağım için, kızlarıma sahip çıkmaya çalışmaktayım. Kızlarım bu dünya düzenini değiştirebilecek yegane güçtür. Rahman ve Rahim birbirlerinden daha güçlü değildir. İkisi de Rabbin yansımasıdır. Rab kendisine bir kendisi daha yaratmaz. Bu yüzden her iki yansıma da ondan geldiğinden eşittir. Bu eşitliği bozduğunuzda toplumu helaka doğru götürürsünüz. Allah kendisiyle savaşmaz. Peki siz kimi kimden üstün tutmaya gayret edersiniz? Boşa kürek çekmek bu sanırım.
Kızım tekamülünüzdeki sebepler ne olursa olsun bunu kafanıza takmayın. Aklınız sonuçta ne öğreneceğiniz de olsun. Baksana bulunduğumuz coğrafi konumu bile Rab bize anlamamız için göstermiş. Onun dedikleri doğrudur ama Onun dediklerini anlayabilmek için zihnin sustuğu anlarda kalbin sesini dinlemek önemlidir. Korku, ihitras, şüphe, acaba duygusu ve sayamayacağım binlerce kötü duygu Rabden değildir. Kendini huzursuz hissettiğin her an Ona sarıl. Bil ki zihnin seni Şeytanla aldatıyor. Zaten Şeytan ancak ve ancak zihninle sana karışabilir. Ruhuna asla elleyemez ki o Allah'tan gelendir. Zihnine sahip çık ve seni uyutan uyuşturucu düşüncelerden vazgeç. İnsan uyumak isterse uyur. Ancak uyanık kalmak bunu istemekle mümkündür. Uyandıkça zaten doğruya gidersin. Seni uyandırmak zamanını ölüme bırakma. Zaten uyanık olan ölümü bekleyendir. Uyuyanlar ölümden korkarlar. Çünkü uyanmaktan korkarlar. Uyanmak onlara bir ömrü boşa geçirdiklerini söyleyecektir. Oysa sen uyanık geçirdiğin bir ömrün ödülünü almak için ölümü kollarını açarak kucaklarsın. Ölüm seni Rabbe kavuşturan ve rüyadan uyanmanı sağlayan bir nimettir. Unutma Rab her zaman seninle beraberdir. Sınav şudur ki sen Rab ile ne kadar berabersin?
BÖLÜM III
Nesin? Ne Değilsin?
Kibir nedir biliyor musun? Kibir insanın yaratılışında insana karşı yaşanmış bir duygudur. İnsan ne zaman kibirlenir hiç düşündün mü? İnsan bilmediği meydana çıkar diye soru sormadığında. Tüm soruların kendine sorulmasını istediğinde. Amirinden izin isteyemediğinde. Bir iş yapılırken sağa sola emir verdiğinde. Doğru karşısında zorla kendi doğrusunu kabul ettirmeye çalıştığında. Biraz tenkit edildiğinde sinirlenince. İnsan kendisini büyük görüp diğerlerinin yanında büyüklendiğinde kibre kapılmış demektir. Sahip olmadığın bir şeye sahipmiş gibi davranmaktır. İşte ruhu zehirleyen en kötü duygudur. Geçmişini kendisine ait bir gerçekmiş gibi görüp ve gösterip arabesk bir hayat kurup ona tutunmaktır. Bu tutunduğun dalı kesmektir. Bu kendine karşı en büyük kibirdir. Kibir peşinden nefret ve arkasından düşmanlık getirir. Sen de yaradılış hikayesindeki gibi kendi yaradılışına isyan etmiş olursun. Başkalarına hissettirdiğin zavallılık hissi nasıl kibirse, kendini de zavallı hissetmek aynı kibirdir. İsyan ettiğin senin kendin sandığın, seni sen olarak var ettiğini sandığın geçmişin mi? Yoksa orada takılı kalarak ilerleyemiyor olman mı? Kime büyükleniyorsun, geçmişini arkana alıp bugüne mi? Arkadaşlarına çektiklerini anlatırken ne kadar güçlü olduğunu mu göstermek niyetin? Kibir zehri yavaşça yayılır içine. Farkına varmadan sen bir kibir olursun. Kendini farklı yerlere görmeye başladığında biri çıkıp ne olduğunu sana hatırlatıverir. Hiç de güzel bir duygu değildir. Zaten kaldıramaz ve hemen öfkelenirsin. Kibrin de işini yapmış olur. Onun sarhoşluğundan uyanmak hiç de hoş değildir. Büyüklendikçe kişiliğin ve zihnin değişir. Bu zaten gerçek değil zihinsel bir şeydir. Zihnin aldatması seni olduğundan farklı algılamanı sağlar. Sen bir fasulyesindir ve domates gibi davranamazsın. Hatırla karganın hikayesini. Karga bülbüle özenmiş. Onun gibi ötmeyi ve onun gibi sekmeyi istemiş. Uğraşmış didinmiş ve sonunda bakmış ki artık karga değil. Bülbül de değil. Arada bir yerlerde saçma sapan bir şey olmuş. Zihnin sen gibi davranmazsa ruhun hemen bunun farkına varacaktır. Bedenin ve zihnin ruhun hizmetine sunulmuş araçlardır. Ruh bu araçların kendisine hizmet etmediğini görünce onları yok etmeye başlar. İşte insanlar bu yüzden hastalanır ve ölürler. Sana fayda etmeyen bir şeyi ne yaparsın? Çöpe atarsın. O da bunu yapar zaten.
O senin içinden gelen kısık bir ses vardır. Zihninin gürültüsünden duyamadığın. Zihin sürekli sana emirler yağdırır. Ne yapman gerektiğini dikta eder. Oysa o ses yalnızca sana tavsiyede bulunmaya çalışır. Elbette senin kibrin vardır ve tavsiyeye ihtiyacın yoktur. Sen sorunları aklın ve zekanla halledebilirsin. Bu tavsiye veren de kim oluyor? Sorunun nereden geldiğini sana anlatmaya çalışsa da sen o sesi duymak bile istemezsin. Duymana gerek yoktur çünkü sürekli, konuşan zihnin sana yeter. O dinlemez. Bilmediğin bir şey var. Zihin sürekli konuşur ama ruh sürekli dinler. Öğrenmek isteyen ruhundur. Zihnin ancak konuşur durur. Çok bilmiş cahiller gibi anlatır da anlatır. Sen seçimlerinde özgür kılınmışsındır. Zaten bu dünyada kendin için yapabileceğin tek şey seçimdir. Sen seçimlerinin sende yarattığı bir gerçekten öte bir şey değilsin. Demek ki geçmişinin seni adam ettiği düşüncesini seçerek büyükleniyorsun. Sorunları çözecek güçtesin demek ki. Çöz o zaman. Senin zaten öğrenmene gerek yok. Biliyorsun. Çözersin. Sen çözmeyi seçtin. O zaman sana kötü bir haberim var. Hiç bir şey öğrenmeyeceksin. Çektiğin tüm sıkıntılar, acılar ki sen bunlara tutunmuyor muydun ? Onların hepsi boşa gidecek. Sen öğrenene kadar tekrar sana gelecek ve sen tekrar çözmeye çalışacaksın, öğrenemeyeceksin. Esas çözmen gereken sorun bu. Öğrenmeyi ne zaman seçeceksin? Daha ne kadar acı çekip, çektiğin her acıyı bir madalya gibi boynunda sallayacaksın? Seni var eden şeyin hayat tekamülünde öğrendiklerin olduğunun farkına ne zaman varacaksın. Hiç bir şey öğrenmediğini anladığın ölüm döşeğinde mi?
Geçmişe dön ve bak. Orada duygulardan başka bir şey bulamayacaksın. Aklına bir resim gelecek ve arkasından hissettiklerini hatırlayacaksın. Peki bu anıları ne yapacaksın. Seni sen yapacak gerçeklerin yerine koyacak bir malzeme mi olacak. Anıların sana hissettirdikleriyle oyalanıp şu anda alabileceğin hazları neden terk edersin? Bunun sebebini hiç düşündün mü? Arabesk bir mizaçla kendine acımayı ne zaman terk edeceksin? Kendini bu duruma düşürecek ne hata yaptın? Duygu dilenciliğine neden geçmişinle başladın? Onlar olup bitti ama sen öğrenemedin de ondan. Karşına çıkan fırsatları değerlendiremedin. Kendi, gerçeğini görüyorsun. Bomboş geldin bu güne kadar ve bunu örtmek için mi büyükleniyor, kendini büyük göstermeye çalışıyorsun? Geçmişine bakıp kendine acımak nasıl bir zevk veriyor sana? Çok mu çektin? Peki ne öğrendin? Dünyanın haksızlıklarla dolu, adaletsiz, sevimsiz bir yer olduğunu mu? Peki sen kendine hayattan farklı mı davranıyorsun. Oysa hayat sana bir ayna misali kendini mi gösteriyor? Kendi kendine ne kadar adaletsiz, ne kadar haksızlık yapan ve sevimsiz biri olduğunu mu görüyorsun? İçindeki güç senin yavaşça bitirmeye başlamadı mı ? hastalanmaya başlamadın mı? Ruhun sana içsel mesajlarını almadığında fiziksel olarak konuşmaya başlayıverir. Başın ağrır. Miden kaynar. Adetin düzensizleşir. Kilo alırsın. Saçların dökülür. Belin tutmaz. Tırnaklarını yersin. Uykun bozulur. İştahın kapanır. Başın döner. Burnun kanar. Sana ruhun bedeninle haykırmaya başlar. Sen duyar mısın? Kendine yaptığın haksızlıklar devam eder ve sen duymazsan doktor teşhisini koyar. Şeker hastasısınız. Tansiyon hastasısınız. Gözlerinizde katarak var. Ülser olmuşsunuz. Böbrek yetmezliği var. Demek duymuyorsun o zaman benim görevimi yapacak bir beden değilsin der ruh. O bedeni yok etmeye başlar. Üzgünüm kansersiniz... Üzgünüm siroz...Yapabileceğimiz bir şey yok Allah büyük... Seni sen yaptığını zannettiğin, kişiliğin zannettiğin kibirle ölüme doğru gidersin. Yolun açık olsun.
Sahte yaşam ve sahtekarlık yalnızca kendine hizmet etmektir. Başkalarına hizmet ediyormuş gibi görünüp kendine hizmet etmek günümüzün en çok sevilen sahtekarlığıdır. Çok popüler olduğundan yapmayanlar ayıplanır. Elbette biz de popüler olmak isteriz. Toplumda bir yeri olmayan kişi insan değildir. İnsan olma yolunda elbette biz de toplumun ne dediğine önem vermek zorundayız. O zaman sahtekarlık yapmamızda bir sakınca yoktur. Kime hizmet ediyormuş gibi görünürsek görünelim önce kendimize hizmet etmek en iyisidir. İyi o zaman sahtekarlık sanatında sen de bir sanatçı oldun demektir. Eline mikrofonu al ve bağır. Hepinizi seviyorum. Ben sizler için varım. Beni sizler yarattınız. Çekinme bağır çünkü toplum tarafından alkışlanacaksın. Onlar tarafından sevildiğini hissedeceksin. Ancak unutma ki bu popüler alışkanlık içinde kimse seni senin için alkışlıyor olmayacak. Her sevgi gösterilerinde kendilerine hizmet edecekler. Sahtekarlığı yaparken içinde bulunduğumuz pozisyonu ne dürüstçe karşılıyoruz. Ben sensiz yaşayamam ölürüm daha iyi. O zaman öl de görelim. Sahte bir ölüm yok. Üzgünüm. Orada her şey biter. Sahte meydana çıkar. Ben şu parayı bulamazsam mahvolurum diyen bir ağız aslında der ki, bana para bulmak zorundasınız. Bana olan sevginizi ispat etme noktasına geldiniz. Göreyim sizi. Hadi hizmet zamanı. Ama bunun size ne faydası olacak? Ne kadar iyi bir arkadaş, dost, evlat olduğunuzu mu göstereceksiniz? Yoksa yarın siz de borca sıkışırsanız bir kredi mi oluşturacaksınız? Ne yaptığınızı biliyor musunuz? Hayatta yaptığın şey sana hizmet etmiyorsa işine yaramayacaktır. İşte böyle düşündüğünde sahte yaşamın içine dalmışsın demektir. Sen de sahteleşmiş ve basitleşmişken sana bir şeyler anlatmak için çırpınan kalbin giderek zayıflar. Biliyor musun kalp krizlerinde ilk belirtiler sırttan ve koldan gelir. İşte kendi kendini arkadan nasıl vurduğunun ve bunu kendi ellerinle yaptığının haykırışıdır bu. Sen duymak istemezsin.
Sana doğruları söylediğimde bana kızıyor olabilirsin. Hatta benden nefret bile edebilirsin. İşin doğrusu dediğimde yine seni kızdırayım mı? Bana kızarsın çünkü kendinde görmek istemediklerini benden duyuyorsun. Aslında kızgınlığın bana değil. Kendine karşı duyduğun kibir. Nasıl olur da sen bunları düşünemezsin? Zihnin bunları düşünmeye yetmez de ondan. Sevgi seni alır benimle yerden yere vurur. Yıllarca arabesk geçmişinle kendine acıyarak ne beklediğini sanıyorsun. Bir kurtarıcı. Seni tüm dertlerinden bir çırpıda kurtarıverecek o kahramanı bekler durursun. Zaten hatanın başlangıcı buradadır. Sen oturursun ve birileri sana hizmet eder. Bu bir kahraman olursa çok iyi olur. Senin kendin için yapabileceklerin bitmiştir. Artık bir kurtarıcı gereklidir. Nasıl bir sahtekarlıktır bu? Nasıl bir atalet boynuna yapışmış ve seni sürüklemektedir. Sevgi özgürlüğe açılan yegane kapıdır. Sevgi kurtuluşa olan bağımlılığının tek ilacıdır. Sevgi sahtekarlığı meydana çıkartan en güzel aynadır. O ki kibir ile beraber asla duramaz. Önce kendini sevemedin. Öncelikler karşında seçim olduğunda sen kendini sevmeyi seçmedin. Kendi dünyan varken başka dünyalarda sürgün yaşadın. Kime minnet ettiysen ona hizmet etmeyi seçtin. Demiştim ya seçim senin tek yolundur. Sen seçersin ve yaşarsın. Kızım tek kurtarıcı yine sensin. Kendi seçimlerindir senin kahramanın. En büyük süper güç senin içindedir. Seni sen yapan içindeki Rab'den gelen güçtür. Seni sen yapan zaten bu dünyada bir eşin olmadığından popüler olmandır. Hiç kimseden bir şey beklemene gerek olmadığını anladığında, kendine ne kadar yeterli olduğunu göreceksin. Göreceğin aslında seni özgürleştirirken, duygularından sıyrılıp güçlendiğini de göreceksin. Geçmişin sana yakınmaktan ve kendine acımaktan başka bir faydası olmadığını anladığında hiç de aciz olmadığını göreceksin. Kendine hizmet etmeyi bıraktığında toplumun sana verdiği eklentilerden de kurtulacak ve berraklaşacaksın. Berraklaştığında duyguların konuşmayı bırakacak ve sen de saklanmak zorunda kalmayacaksın. Sen toplumsal imajını korumaya çalışırken esas benliğini yitiriyorsun. İçinde sürekli konuşup duran zihnini halen dinliyorsan, bu ruhunun tahammül gücündendir. Sen de ruhunla hareket edebiliyorsan kibrin ne olduğunu idrak etmişsin demektir. Görünenin ötesine baktığında kimin neye hizmet ettiğini görürsün. Bu dışa bakışla kolaydır ama içe bakışta gerçekten zorlanırsın. Düşman dışındayken ona bilgi kılıcını sallamak çok kolaydır. Ancak düşman içindeyse o kılıcı sallamak o kadar da kolay değildir. Onu sallamak canını acıtır. O bilgi kılıç gibi cehalete vurduğunda akan kan değil, özgürlüktür. En büyük esaret cehalettir. Sen ne olduğunu düşünüyorsan onu güçlendirirsin. Oysa senin ne olduğunu sana düşündürenler ise senin sayende güçlenirler. Kişi bireyselliği ile kendi kurallarını oluşturur ya da bireysel olduğunu anlamak için bazı kurallara tabi olur. Oysa ben sana bir gerçekten bahsederken daima bu kurallara takılıyor kalıyorum. Onlar bir zırh gibi seni sarmaladıkça ben de ancak bilgi kılıcımı belime sokar ve seçimimi yaparım.
Biliyor musun benden daha bilgili, daha cömert birisi ile karşılaştığında değişen hiç bir şey olmayacak. Eğer sen öğrendiklerini kendi bilgilerine indirgemeye devam edersen sana kimse faydalı olamayacak. Zaten evren olduğu gibi bir rehber ve öğretmen. Bu şekilde sen asla onları okuyamayacaksın. Neden biliyor musun? Sana öğretilenlere inanmıyorsun. Gerçekten inanıyor olsaydın bunları hayatında uyguluyor olurdun. Burada bana layık olmadığını anlatmaya çalışmıyorum. Sana verilmiş o muhteşem ruha ne kadar layık olduğunu önüne seriyorum. Gerçekten hala kendini sevebilmiş ve kendine değer verebilmiş değilsen zaten seçimini bu değer yargısıyla yapacaksındır. Seni değiştirmeye çalıştığımı düşünebilirsin. Ben olaya şöyle bakıyorum. Seni sana hatırlatmaya çalışıyorum. Sen kendini zaten değiştirmişken bana sana seni hatırlatmak kalıyor. Olayın tabiatı çok basittir. Sen neysen hayatın da ona eşittir. Ben senin ne olduğunu görüyorken, ne olmadığını da biliyorum. Nereden mi biliyorum. Sen bana anlatıyorsun. Kurduğun cümleler, yaptığın hareketler ve verdiğin kararlar bana her şeyi anlatıyor. Seni sen olarak göremediğimde ise hatırlatmam gerekiyor. Sen bunu seni değiştirmek istediğimi düşünerek yargılayabilirsin. Bu da senin seçimin. Bana inanmak istemiyorsun çünkü kendine inanmak istemiyorsun. Öğrettiklerime kafa sallıyor, onlarla flört ediyor ama başın sıkıştığında hiç birini uygulamıyorsun. Sevgi tüm sahteleri birer birer ortaya serdiğinde ise bana kızıyorsun. Sen bana kızdıkça ben de ne kadar doğru yolda olduğumu bir kez daha anlıyorum.
Reiki felsefesinde bütüne hizmet etmeyi de öğrenmiştin. Bunu yaparken beklentiye girmemeyi de. Şeffaf bir kişiliğe asla kimsenin saldıramayacağını da öğrenmiştin. Hayatını başkaları üzerine kurmamayı, tefekkürü, tevekkülü ve geçek olanın merkezini de. Bugün bunlar sana lazımken neden kullanmıyorsun. Bu bilgilere kafa sallarken halen entelektüel toplumsal bilinç etkisi altında mıydın? Sen zırhını ışıktan giymemiş miydin? O bırak darbe almayı dokunulamaz olmaktı unuttun mu? Yoksa bilgelik yolunda dayanamayıp u dönüşü mü yapmaya karar verdin. Almış olduğun evrensel sorumluluk bir anda yok mu oldu da kendi derdine düştün? Ben bir lastiği mi çekiştiriyordum yoksa? Bırakınca eski haline mi dönüyorsun. O kadar kötü mü? Seni suçlamıyor yada yargılamıyorum. Anlamaya çalışıyorum. İçindeki muhteşem gücü nereye bırakıyorsun? Sendeki inanılmaz potansiyeli bir anda söndüren şey nedir? Hangi düşünce, hangi duygu. Aslında anlamaya çalıştığımı anlatmaya çalışıyorum. Elbette gerekli donanıma sahip süper bir gücün neden kendine acıdığını anlayamam. Zaten anlatma da. Bu yüzden bu mektup sana acımasızca yazıldı. Hiç kusura bakma sana asla acımayacağım. Gün acınma günü değil. Başına ne gelirse gelsin kendini asla küçük düşürme günü değil. Yanındakilere sanki bu dertlerden kendin kurtulamayacakmış hissi vermek günü değil. Tam tersine daha da güçlü olma günü. Sen sorunların derecesine göre göğüs germe gücüne sahipsin. Buna ben kefilim. Gün oturup haline ağlama günü değil. O dündü. Bugün ayağa kalkıp bir daha yürüme günü. Acılarını tekrar yaşama günü değil, herkesin acılarını sarma günü. Gün yerlerde sürünme günü değil, gücü eline alıp herkesi ayağa kaldırma günü. Sen ise gördüğüm kızım değilsin. Benim inandığım, güvendiğim ve her zaman zaferini kutladığım kızımsın. Artık kendini inkar etmeyi bırakmış, dünyayı değiştirebilecek gücünü eline almış ve bu gücü nereden aldığını bilen evladımsın. Sen bensin,ben de sen.....
BÖLÜM IV
Biliyorum her dönemde yaşadığın tekamüller sana hep farklı sorunlarmış gibi geliyor. Artık tekamüllerini bir sorun olarak görmekten vazgeç. Onlar sana verilmiş en kıymetli hazineye giden define haritaları. Kaldırıp bir kenara atarsan elbette o hazineyi bulamayacaksın. Nedir seni yerinde tutan ve yürümeni engelleyen. Neden pes ediyorsun? Harita elinde ama sen kalkıp o defineyi aramaya bile başlamıyorsun. Ben mesajını alıyorum. Ne demek istediğini biliyorum elbette. Kendini o zenginliğe layık görmüyorsun değil mi? Babaannem çok bilge bir insandı. Bana hep " Oğlum hayat bir mücadeledir. O mücadeleyi bıraktığında hayata yenilirsin." Derdi. Gerçekten içimizdeki ışığı dışarıya çıkartmadığımızda başka ışıkların çevresinde pervane oluruz. Sen elbette bir uydu olmaya karar vermişsen başkalarının güneş olduğunu zannedip onların çevresinde dönersin. Oysa içindeki ışığı dışarı çıkması için bırakırsan işte o zaman bir sürü uydun olur. Zaten kafanı kaldırıp gökyüzüne bakarsan o sana bunu anlatıp duruyor yıllardır. Farkına varsana artık. Işığınla bırak çevreni kendini bile aydınlatamıyorsan o zaman uydu olarak kal. Başkalarının çekim kuvvetinden etkilen, daha güçlü bir çekim kuvveti gördüğünde ona atla. Kimyasal bir yapı sergile aslını bırak değişip dur. Zaten baksana kararsız elementler kararlı hale gelebilmek için böyle davranmıyorlar mı? Evren ve düzen o kadar mükemmel işliyor ki. Hem hayatı gerçekleştirirken bir yandan da öğretmenlik yapıyor. Hata var diyorsan bir daha düşün. Bu evrende sen dahil her şeyi yaratan Rab hata mı yaptı diyorsun? Bu ciddi bir durum. Hata aslında olanda değil, bakan gözde. Sen onu hatalı görüyor olma? Biliyorsun ki sana üflenen ruh Rab den gelendir. O senin özündür. Özün üzerinde giydiğin uzay elbisesinin çalışma biçimi seni elbette etkiler. Mekanik bir beyin ve vücut. Beyin yaratılmış süper bir makinedir. Onun dokunabildiğimiz tarafı vardır ama bir de dokunamadığımız tarafı. Onun adı da zihin. Dünya bir oyun alanıdır. Onda hile olabilir. Ancak öz Rab den gelmiştir onda asla hile olamaz. O zaman bu şu demektir. Şeytan asla ruhuna dokunamaz. O ancak zihnine müdahale edebilir. Zihin ruhunun bu dünyaya açılan penceresidir. Olaylar olur ve sen bunu algılarken zihninin kirliliğinde evirir çevirirsin. Gerçekten güzel bir şey orada kirlenip kötü bir şey oluverir. Sana daha önce insanların taktıkları kulplardan bahsetmiştim. İşte o kulplar zihin tarafından takılıyor. Sen bildiğin halde susarsın. Oysa zihnine esir olan insanlar seni cahil zanneder. Kulpu takar. İşte içinden geçirdiğin tüm iyi düşünceler özünden gelenlerdir. Oysa içinden gelen tüm kötü düşünce ve duygular zihnin eseridir. Zihin senin kontrolünde değilse hemen Şeytanın kontrolüne girer. O da senin içine kin, kıskançlık, nefret, intikam duygularını yansıtır. Sen de ona uyarsan kolay gelsin. Güvensizlik, anlamsızlık, korku, kibir artık senin çalışma biçimin haline döner. Işığını yitirirsin. Aynen yaratılış hikayesinde insana secde etmeyi reddeden Şeytanın kibri yüzünden tüm nurunun alınması gibi, sen de kapkara olursun. Bazen insanların yüzlerine bakıyorum. Onların suratları bana simsiyah gözüküyor. Yanlarına gidiyorum, hatırlarını soruyorum. Onlar ilk olarak şikayet etmeye başlıyorlar. Anlıyorum ki zihinleriyle konuşuyorlar ve onunla yaşıyorlar. Onunla yaşamaya devam ettikleri sürece mutluluğu ve huzuru bulamayacaklarını bilmiyorlar. Bazı insanlar tanıyorum. Hastalıklarını karakterleri haline getirmişler. İşte onlar gerçekten çevrelerindeki insanların duygularını sömürerek onların enerjilerini almayı bir alışkanlık haline getirmiş kişiler. Onlar duygu ve enerji açlıklarını dışarıdan gidermeye çalışan manevi dilencilerdir. Sürekli hastalıklarından bahsederler. Onun arkasına sığınırlar. Yok efendim ben şeker hastasıyım, ben tansiyon hastasıyım, uzağı göremiyorum. Onlar için hastalık artık adlarından önce gelen bir özellik taşır. Dr. Tankut ÖZTUNA gibi Şeker Hastası Tankut ÖZTUNA. Hatta daha çok bu işin üzerinde çalışırlarsa Prf. Dr. Tankut ÖZTUNA yerine Müzmin Diyabet Hastası Tankut ÖZTUNA oluverirler. Hatta konuşmalarını duyarsınız. Senin tansiyon kaç kardeş benimkisi 10 a 18. Diğeri de ona nispet eder. Ah canım benim de öyle olsa keşke. Ben 22 gördüm. Hastalıklarını birer rütbe yapıp omuzlarında gezdiren insanlardan bahsediyorum. Onlar bunu istiyorlar. Hastalıklarının onları yücelttiğini zannediyorlar. Bu yüzden hiç iyileşemiyorlar. İşte zihinlerini dinleyen insanların hazin hikayesi budur. İçsel güçlerini bir tarafa bırakıp dışarıdan beslenmeye çalışmak budur. Onları hasta eden de onlardan alınan nurdur. Hepimize verilmiş o muhteşem gücü görmeyi reddetmek ve elimizdeki kudret kılıcını yere bırakıp kaçmak budur. Hayat bir mücadele ise iki ihtimal vardır. Ya elindeki kılıcı bırakıp kaçacaksın yada savaşacak ve sonuna kadar mücadele edeceksin. Bırak artık zavallılıklarınla övünmeyi. Sen gerçekten hastaysan bu senin seçimindir. Mücadeleyi bıraktıysan ve kaçıyorsan sanma arkandan başkalarının geleceğini. Kaçışın elbette yalnız olacaktır. O zaman ne kadar yalnız olduğundan şikayet edip durma. Bunu sen seçtin zaten. Sen kaçışının madalyaları boynunda hastalıklar ile konuş dur. Kimi kandırıyorsun beni mi kendini mi? Kaçışının son hüsran gününde tek görebileceğin ağlayan gözler olacaktır. Seni sana acıyan gözler uğurlayacaktır son yolculuğuna. Savaşırsan bu böyle olmayacaktır. Son yolculuğunda diğer gözlerde sana olan inancı ve saygıyı göreceksin. Savaştığında geçmişinde değil geleceğinde ayak izleri bırakacaksın. Senin yaşam sürecin bitebilir. Bu başkalarının senden sonra başlangıcı olacaktır. Senin bitmen bir sürü şeyin başlamasına vesile olurken aslında sen bitmemiş, sonsuza dek varolmuş olacaksın. İşte burada daha iyi anlayabilirsin. Hata yaradılışta, insanlarda, toplumlarda, yöneticilerde değil. Hata bakan gözün içinden giren bilginin zihinde nasıl kirlenerek içine girdiğinde.
Bu güne kadar yaşadıklarına bir baksana. Onlar olmasaydı sen de olamazdın. Bu kadar çileli bir hayatı ancak senin gibi güçlü bir insan kaldırabilirdi. Bu senin düşüncen benimki değil. Sana duymak istediğini söyledim, düşündüğümü değil. Sen geçmişine sığınmış bir halde, hastalıklar gibi onu da rütbelerine ekliyorsun. Çünkü zihnin böyle çalışıyor. Yalnızca bu güne kadar öğrendiğin bilgilerin denklemini kuruyorsun. Bu kısır bölgede karar veriyorsun. Bu denklemin içinde asla yaşayacağın deneyimler yok. Sen asla geçmişinin tuğlalarıyla güzel bir gelecek inşa edemeyeceksin. Seni sen yaptığını zannettiğin o tuğlalar ile yalnızca geçmişin gibi bir geleceğin olacaktır. Sen artık esirsindir. Gelecek hakkında hiç bir şansın kalmamıştır. Olabileceklerin ihtimalleri zihinde denklemlere katılamadığı için senin tarafından dışlanacak ve hiç olmamak üzere yok edilecektir. Bunu sen zihninle yapmaktasın. Çünkü yarın övüneceğin çileler dolu bir hayatının olmamasından korkuyorsun. Arabesk yaklaşımın geleceğine şimdiden jilet atıyor. Aslında daha derinde çok tehlikeli bir duyguyu yaşıyorsun. İsyanı. Geçmişine bakıyorsun ve yalnızca kötü şeyleri düşünüyorsun. Neden mi ? acı çekmemek için. Gelecekte de bunları yaşamamayı dilermiş gibi yaşıyorsun. Bu yaptığın hiç de samimi değil. Kendine yaptığını bana yapsaydın çok kırılırdım. Anladım dışarıda, evde, okulda, işte değişik maskeler takıyorsun. Dışarıya taktığın maskeler var ancak kendine neden maskeler takıyorsun. Kendinden korktuğun bir şey mi var ? Geçmişine baktığında hayat denen yolda hep işler kötü gitti değil mi. O zaman sana bu hayatta mutluluk verecek hiç bir güç kalmadı ki işi sen ele alıyorsun. Rab seni yeteri kadar beslemedi, korumadı, mutlu edemedi mi? O zaman onun yerine kararlar alıp uygulamaya sokman niye? İçin için O'na duyduğun öfkeden mi? Hadi bu sefer başka bir maske tak ve kendine başka yalanlar söyle. Özde değil zihinde yaşamaya devam et. Geçmişinde her ne olduysa onun sebebi elbette Rab dir. Ancak senin nasıl baktığını ve nasıl gördüğünü de artık biliyorsun. Kırık kalbine sor. Onu en çok kimler kırdı. Yine zihnine esir olanlar. Onlar da geçmişlerine baktılar ve hesaplarını ona göre yaptılar. Sen de onlardan biri olmaya devam edersen, inan çok gönüller yıkacaksın. Bugün arkadaşının, yarın eşinin ve sonrada çocuklarının kalpleri kırılacak. Geçmişin asla seni sen yapan bir olgu değildir. O yalnızca geçmiş gitmiştir. Sen onu nasıl algılarsan o öyledir. Geçmiş ölüdür. Gelecek de bir hayaldir. Ölülerle hayallerle uğraşmayı bırakmazsan yarınları inşa edeceğin anın gücünü kaçırırsın. An senin en büyük gücündür. Ama baksana anını bile geçmişinle kirletiyorsun. Kendini geriden takip ediyorsun. Hep geride ve başarısız olacaksın. Onunla bugüne kadar ne yapabildin? Hangi dertten kurtulabildin ki ona bu kadar sarılıyorsun ? Tarihe bak hep tekrardan ibarettir. Bu zihinsel yaşamdan kaynaklanır. Oysa tarihi değiştirenlere bir baksana. Hiç biri zihinleriyle, geçmişleriyle hareket etmemişlerdir.
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için sevmekten korkuyor.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.
Shakespeare
Büyük başarıların altın kocaman yürekler yatar. Zihne sığınmış zavallı adamlar ancak tarihin tekerrüründe döner dururlar. Herkeste bu dünyayı değiştirecek güç vardır ama gerekli inanç yoktur. Sen kendi hayatını bile değiştirebilecek inanca sahip değilsen dünya ne yapsın? Daha önce demiştim ya sevgiyi neye verirsen onu büyütür, yüceltir diye. Sen geçmişini severken ve bu kötü aşığınla halen ilişkiye devam ederken neyin değişmesini bekliyorsun? Tamam böyle bir seçim yapmış olmana saygı duyuyorum. O zaman şikayetlerin neden? Mutsuz olmayı seçip şikayet etmek sana ne kazandırıyor? Bu işte bir gariplik yok mu? O zaman düşün lütfen. Sorumluluğundan korkma. Yarın tekrar sabah olacak. Sen yeniden doğacaksın. Nasıl doğacaksın? Geçmişinle mi? Hastalıklarınla mı? Her gün sana bir şans verirken sen neden kendine bir şansı fazla görüyorsun ? Kendini sevmiyorsun. Önemli görmüyorsun. Senden gelenler de senden öne çıkamayacaklar. Onların önünü sen açmıyorsun. Kendi karanlığında onlar da kör gibi yaşasınlar istiyorsun. Aydınlığını neden bizden esirgiyorsun? Artık biliyorsun. Belki daha önce bilmediğin için hoş görülürdün ama artık biliyorsun.
Öğrencilerimden birisi okula ait bir eşyaya zarar vermişti ve ben buna çok kızmıştım. Tüm sınıfa ceza verdim. Diğer öğrenciler suçları olmadığı konusunda bana itiraz ediyorlardı. Ben de tutumumdan taviz vermeden cezamın haklı olduğunu savunuyordum. Sınıfa çıktık ve ben onlara anlatmaya başladım. Çocuklar şu yazı tahtasını görüyor musunuz? İşte o tahta ülkede yaşayan yetmiş beş milyon insana aittir. Bana hayret dolu gözlerle bakarlarken devam ettim. Hepimiz vergi ödüyoruz ve ödediğimiz vergiler bir havuzda toplanıyor. Okulların ihtiyaçları da o havuzdan ödeniyor. Biliyorsunuz dinimizde kul hakkı diye bir şey var. Rab ona karşı her türlü hatamızı bağışlayacağını ancak kul hakkını bağışlamayacağını söylüyor. Şimdi bir düşünsenize siz bu tahtaya zarar verdiğiniz zaman yetmiş beş milyon insan ile helalleşmek zorundasınız. Bu mümkün mü? Değil . O zaman Cennet ne olacak? Gidebilecek misiniz. O anda okul malına zarar veren öğrenci gözyaşlarıyla bana haykırdı. Ama bunu bilmiyordum. Ben de ona artık biliyorsun. Allah bilmediklerimizden dolayı bizi affedendir. Ancak bundan sonra yaparsan bilerek yapmış olursun. Bu da isyan demektir dedim. Evet artık sen de biliyorsun. Demiştim ya içten gizlice kendine maskeler takarak yaptığın hatalar yüzünden geleceğini aydınlık yapamıyorsun. Daha önce de söylemiştim. Allah geriye bakmamızı isteseydi ensemize bir göz daha koyardı. Oysa o önümüze bakalım diye iki göz koymuş. Sen daha oralarda mısın? Geçmiş bitti tükendi. Sen de onla uğraşarak kendini tüketmeye devam etme artık. Elindekine bak. Şu anına bak. Ve onu en iyi şekilde değerlendir ki gelecek sana gülsün. Tamam çok güzel konuşuyorsunuz da bunu nasıl yapabilirim onu anlatın. Anlatayım. Kendini affet. Kibri bırak. Rab seni affetmeye hazırken sen kim oluyorsun da kendini affedemiyorsun. Affedemiyor musun? O zaman şikayet etme. Al hak ettiğin hayatı yaşa. Bunu sen seçtin unutma. Hayatı cehennem olarak seçtiysen o senin olur. O zaman kendi zebanin olduğun için kendini yakarsan bunun suçunu da başkalarına yükleme. Sana bu dünyada eylemsel olarak verilmiş en büyük güç düşüncedir. Düşünmek bir ayrıcalıktır. Bu insandan başka hiç bir varlığa verilmemiştir. Sen düşünerek karar verme yetkisine sahipsin. Ancak düşüncelerini kontrol edersen insanlığa, edemezsen şeytanlığa ulaşırsın. Zihnine sahip çık ve ona hükmet. Gücünü kullan. Yoksa kukla gibi yaşamaya devam eder , tarihinin tekrarlarında kendini bulursun. Bu da boşa geçmiş bir hayat demektir. Bunu yapabilirsin. Sen kimsin bunu hatırla. Allah'ın yarattığı mısın yoksa toplumun bir sonucu mu? Zihinsel kirlilikten bahsederken bunu anlatıyorum. Güzel bir şey zihinde neden kirleniyor sanıyorsun. Toplumun var ettiğini zannettiğin sen aslında zihninin var olduğu zannettiği sensin. Toplumun yarattığı sen olmaktan ne kadar çabuk vazgeçer ve aslına yani Allah'ın yarattığı sen olabilirsen işte o zaman büyük bir iş başarmış olacaksın. Kendi gerçeğinden uzaklaştıkça hastalanacak ve yalnız kalacaksın. Açlıktan ölmek üzere olan ruhun yavaşça senden ayrılmaya başlayacak. Çünkü sen ona karşı sorumluluklarını yerine getirmedin. O artık seninle olmak istemeyecektir. Sen onun yerinde olsan ister miydin? Bir daha hatırlatıyorum. Kime, neye minnet edersen ona hizmet edersin. Neyi çok seversen onu büyütür ve ona hayat verirsin. Ruhunun kısık sesini duymak için biraz daha ona yaklaşman lazım. Bu güne kadar gerçek zannettiklerin yalnızca beş duyunla algıladıkların değildir. Bu öğretilerden kurtulmak toplumun yarattığı senden kurtulmak demektir. Seni yaratan mükemmel ve eksiksiz yarattı. Toplum onun üzerine başka bir kılıf geçirmiş. O kılıftan çıkıp kurtulman gerek. Bunun için de arınmalısın. Arınma doğduğun gün gibi olmak demektir. Sen ruhunla ilgilenmeye başla, göreceksin bu hiç de zor değil.
Bu satırlara kadar bildiğim ne varsa sana yazdım kızım. Öğrendikçe de yazacağım. Bana bu mektubu yazdıran güç var ya... İşte o gücü yüreğinde hissettin. Ben bu güne kadar mazlum bıraktığın ruhuna hitap ederken sen de kendini iyi hissettin. Şimdi bunu kendin için yapmanın zamanı. Ben de dışsal bir kaynağım. Benimle olan kaynak ihtiyaç bağını kopart. Çünkü senin merkezden uzaklaşmaman gerek. Merkezin ben olmadığımı biliyorsun. Benim bir vesile ve rehber olduğumu biliyorsun. Gerçek bir mutluluk doğru merkeze yöneldiğinde varolacaktır. Ben sana merkezi gösteren bir parmağım. Merkezin kendisi değilim. Ben ihtiyaç duyduğun hiç bir şey değilim. Sen de asla insanların, eşyaların, paranın, zamanın üzerine bir hayat kurma. Merkezde bunların hiç bir önemi yok. Biz seninle bir yolculuk yaptık. Yolculuk bitti ve durağa geldik. Ben iniyorum. Sen yola devam ediyorsun. Bu yolculuklarda yanına bir sürü insan oturacak. Onlarla yol boyunca konuşacaksın. Ben de öyle yapıyorum. Seni çok seviyorum. İyi yolculuklar.
Kızım,
Yaşamım boyunca sana öğretilmiş ancak sana ait olmayan şeyleri içinde ayıklaman ve onları terk etmen gerek. Nasıl doğal olmayan ürünleri yediğinde seni hastalandırıyorsa, sana ait olmayan ve doğal olmayan duygu ve düşünceler de seni aynen hastalandıracaktır. Doğal olmayan her şeyden sakınmak gerek. Gerçek sevgide menfaat veya bir hesap yoktur. Seni gerçekten seven kişi veya kişiler seni olduğun gibi sevmeliler. Oysa seni değiştirmeye çalışan kişiler, seni kendi istedikleri gibi yapmaya çalışırken kendilerine hizmet edecek birisini yaratmaya çalışırlar. Bu da şunu gösterir ki seni olduğun gibi sevemeyen kişiler aslında seni gerçek sevgiyle sevmiyorlar demektir. Onların sevgi dedikleri şey bencilce bir ihtiyacın sevgi gibi sunulmasından başka bir şey değildir. Emin ol ki bir değil bin defa değişsen ve onların sevgisine hitap etmeye çalışsan da bu asla son bulmayacaktır. Sevgi özgürlüktür. Sevginin olduğu yerde mecburiyetler birden zevkle yapılan işlere döner. Oysa sana anlattığım sevgi gibi önümüze sunulan bencilce ihtiyaçlar bu özgürlüğü kısıtlar. Bir anne-baba: "Ben senin için gece gündüz çalıştım, sen bizim için ne yaptın." Dediği anda iş sevgi olmaktan çıkar ve bir alış verişe döner. sevgi bir ticaret şekli değildir. İnsanlar severken ne kadar ödediklerine ve karşılığında ne aldıklarının hesabını tutmazlar. Sevgi ancak verdiklerinle sevdiğinin ne kadar güçlü ve mutlu olduğuna bakar. Kısaca hesap sevilenin yaptığı kar üzerinedir. Ben şu andan itibaren bu işin ismini "Sevgi Muhasebesi" olarak yapacağım. Aslında sevginin bir muhasebesi olamaz. İnsanlar öyle bir noktaya gelmişler ki artık manevi olan şeylerin bile hesabını tutmaya başlamışlar. Manevi endeksler oluşturmuşlar. 10 kere şu duayı okursan bin sevap kazanırsın demişler. İnsanın yaratanı ile arasında nasıl böyle bir muhasebe hesabı olabiliri ki? Çünkü bir kul ile Allah arasında sevgiden daha öte bir duygu olamaz. Bu duygu ise matematiksel olarak ölçülemez.
Çevrendeki insanlar ve ailen daima duygulara matematiksel baktıkça sen de elbette bunu böyle öğrendin. O beni seviyorsa ben de onu seviyorum. Çok mantıklı bir denklem. Ancak yanlış bir hesap. İnsanlar ellerinde olanın değerini sayarak değil yaşayarak anlarlar. Kaybettiklerinde olmayan şeyi sayamadıklarında aslında saymanın değil, sahip olmanın değerli olduğunu anlarlar. Burada özellikle belirtmek istiyorum ki, sahip olmak bizde var olması durumudur. Örneğin gözün vardır ve buna sahipsindir. Gözün sana ait değildir. O sadece gördüklerin kadar senindir. İşin senin değildir. O sadece çalıştıkların kadar sana aittir. Bu yaptıkların da sevdikçe değerlidir. Çevrendeki insanlar ve ailen duyguları matematiksel olarak değerlendirdikçe sen de içinden çıkılmaz bir suçluluk duygusuna kapılırsın. Denklemin iki tarafı vardır. Senin tarafın asla onların tarafını dengelemeyecektir. Sen bir çocuksun, işin yok, paran yok, gücün yok. Oysa onlar para kazanıyor, seni okutuyor ve karnını doyuruyor. Burada denklemin iki tarafı asla dengelenemez. İşe matematiksel olarak baktığında sen zavallı ve çaresiz kalırsın. Duyguların matematiği olmaz. Duygusal bir matematik ancak doğal olmayan bir duygu şeklidir ve seni hastalandırır. Sen de aynı hesapları onlardan öğrendiğin gibi yapmaya çalıştıkça bocalar ve hataya düşersin. Yıllar sonra nasıl bir hata yaptığını anlamamış olarak haline bakar ve kendine acırsın. Suçluluk duygusu acıma duygusuyla birleşip kendini bir hiç hissetmeye kadar varır. Vardığın bu noktada ise insanlığını unutup, gerçek benliğini unutup insanlara hizmet etmeye başlarsın. Kölelik minnetle başlar. Minnet ise hesaplarla. Çevrendeki insanlar ve ailen bu hesaplamayı hiç de adil yapmazlar. Senin yaptığın hataların listesini ve puanlamasını tutarlar. Yeni bir şey yapmak istediğinde önüne koyarlar ve seni senin yaptıklarınla yargılarlar. Oysa bu hesaplama içerisine kendi yaptıkları hataları koymazlar. Sanki kendileri mükemmel birer insanmış ve mükemmel bir hayat yaşamışlar gibi, sanki tarafsızlarmış gibi seni yargılarlar. Sana senin iyiliğin için çabaladıklarının ardına sığınıp kendi yargılarının içinde yaşaman için senin özgürlüğüne müdahale ederler. Gerçek sevgi müdahale etmez. Gerçek sevgi sınırlamaz. Gerçek sevgi menfaat beklemez. Gerçek sevgi hesap yapmaz. Gerçek sevgi denklem kurmaz. Ben bunu beni Yaratandan öğrendim. O karşılık beklemiyor. Denklemler kuran biz insanlarız ve bu denklemler asla Onun bize olan sevgisine engel olmuyor. O daima bir şans veriyor.
Anlattığım ve sana öğretilmiş olan sevgi muhasebesinin bir sonucu olarak, sen çevrendeki insanlara minnet ediyorsun. Bu manevi minnet senin içsel enerjini sömürüyor. Kaynaktan uzaklaştıkça kazancın azalıp harcamaların çoğalıyor. Hesap doğru değil mi? Sana hizmet eden şeylerin muhasebesini yaptığında elbette sana hizmet etmeyen ancak senin için varolan bir çok varlığın senin için çabalarını göremezsin. O çabaları göremedikçe de şükredemezsin. Zaten istenen de bu. Görmemek için cahil olmak gerekli. Cehalet ise kolay olana yönelmekle orantılı. O zaman sen hesaplarını kolaya kaçmakla yaptıkça zarara gireceksin. Daha az harcayarak daha çok kazanmak istiyorsan yazdıklarımı unut. O zaman daha az nefes al ve daha çok yaşa. Sevgi paraya yada zamana benzemez. O verdikçe azalmaz, tam tersine verdikçe çoğalır. Sevginin hesabı diğer hesapları tutmaz. Verdikçe eksilmez artar. Karşılık beklersen artışı kendi gelir defterinde göremezsin. O evrenin defterine kaydolur. Sevgi senden çıktığı anda evrensel bir şey olur, herkese aittir. Sevebilen insan da kendisinden çıkar ve dünyaya mal olur. Sevgi bu evrende yaratılmış en büyük birleştiricidir. Hesaba, kitaba sığmaz. Duygular ölçülemez. İnsanların en büyük hatası duyguları ölçmeye çalışmalarıdır. Duygular kişiseldir. Her insan kendisine göre yaşar. Kendisine göre korkar. Kendisine göre sever. İşte bu kendisine göre durumunu değiştiren her şey zehirlidir. Başkasına göre olan her şey Zaralıdır. Duygular endekslenemez ve şekillendirilemez. Bu yapılmaya kalkındığında derin yaralar açılır ve iyileştirilemez.
Sana olan sevgim asla senin yaptıklarında sınırlandırılamaz. Bunu böyle düşünmediğinde bana karşı kendini hep suçlu hissedeceksin. Suçlu olan düşüncelerin değil, sana düşündürülendir. Sevginin olduğu yerde mecburiyetler olmaz. Sevgi özgürlüktür. Sevginin özgürlük olmadığı her durumda sevgi adında sana başka bir duygu sunulmuştur. Sevgiyi tanıdığında diğerleri zaten karşında diz çökecek şeylerdir. Sevgiyi başka şekilde sunanlar zaten sevginin ne olduğunu bilmeyenlerdir. Onlara ve kendine dikkat et.
Kızım,
Artık bazı şeyleri bilme zamanın geldi. Sana öğrettiğim bunca şeyden sonra gerçekleri görmeye başlamanın zamanı da geldi. Gerçekler yalnızca senin içinde saklı gizli bir hazinedir. Bu hazine sana senin yaratılışından verilmiş bir hazinedir. Ancak bu öylesine kıymetli ve önemlidir ki diğer insanlar tarafından bulunması zor yerlere saklanmıştır. Yine saklanma yeri senin içindedir. Profesyonelce sende olan sende gizlenmiştir. Biliyorum yine gizemli şeylerden bahsediyorum ancak bu gizem de zaten yaratılıştan bize verilmiş bir özelliktir. Sen yaratılıştan bu dünya üzerinde yaşamak üzere mükemmel kılındın. Üç boyutlu bir dünya ve bu dünyayı algılamak için sana verilmiş bir beş duyu var. Dünya yaratılmadan önce zaten sen ona hakim olman için yaratılmıştın. Senin varolduğun yer sana göre dizayn edilmiş. Oysa sen kendini bu dünyaya ait hissetmiyor olabilirsin. İşin gerçeği bu dünyaya sen ait değilsin, bu dünya sana ait. Burada düştüğümüz handikap budur. Bir evin vardır ve sen o evin sahibisindir. Oysa düşündüğün o eve senin ait olduğun duygusudur. Burada ev değil sen önemlisindir. Bir sürü insan ve ailen dahil bir sürü kişi bu hataya düşer. Ev bizimdir. Biz eve ait değiliz. Bu dünya bizim için yaratılmıştır. Biz bu dünya için değil. Bu yanılsanma yine insanın hakimiyet duygusuna dair bir yanılsamadır. Bu dünyaya hakim olmak isteyen insanların sana verdiği ters bir inançtır. Bu inanç şöyledir: " Sen bu dünyaya hizmet edeceksin." Bu dünya aslında bize hizmet etmek üzere tasarlanmıştır. Hatta güneş sistemi de böyledir. Sen bu dünyaya hizmet ettiğin sürece farkında olmadan kendine hizmet edersin. Evrensel görevler bu dünya ile kısıtlı değildir. Bu dünyada bırakıp gideceğin her şey bu dünyaya hizmettir. Oysa yaptığın hizmetler bu dünyadan ayrıldığın halde seninle götürebildiğin şeyleri içeriyorsa o zaman bu dünyaya ait değildir. Sen sana verilmiş hakimiyet gücünün farkındaysan bu birinci derecede olduğunu gösterir. Bu ilk derece kendinin evrensel planda nerede olduğunu anlaman demektir. Evrensel plan senin planlarınla tutmadığında isyan edersin. İsyan etmenin sebebi kendini evrensel planda tanımlamamış olmanı gösterir. Evrensel planda nerede olduğunu anlamak sana vicdani alanda sorumluluklar yükler. Çoğu kişi bu alana girmeye cesaret edemez. Bu sorumluluk gerçekten zor bir seçimdir. İnsanlar kaldırabilecekleri sorumlulukları almak isterler. Aslında kaldırabileceklerine inanç duydukları sınırlara kendilerini çekerler. O sınırların sınır koyucusu korkulardır. Korkular sana öğretildikçe sen de ona göre hayatını sınırlar ve ona göre seçimler yaparsın. Yaratılışını ve o yaratılışta sana verilmiş güçlerini unutur, muhteşem kişiliğini bir zavallıya çevirirsin. O zavallı her zaman bir kahramana ve kurtarıcıya özlem duyar. Sen de hayatında bir kurtarıcı veya kahraman arar ve bulursun. Zaten tüm evreni hizmetine veren ve seni sevgiyle kuşatan gerçeği unutup kendini sevilme uğruna yine bir ölümlüye teslim edersin. Sana secde eden tüm melekleri unutup başkalarına secde etmeye başlarsın.
Bu dünyada hayat denen gerçek sen olmasaydın gerçek olamazdı. Bu dünyaya hayat veren sensin. Yanılman ise bu dünyanın sana hayat verdiği düşüncesidir. Sana kaynaktan bahsettiğimde aslında bundan bahsediyordum. Sen olmasaydın senin için önemli olan hiçbir şey olamazdı. Burada önemli olma özeliğini sağlayan kişi yada madde değildir. Burada önemli kılan kişidir. Kişi bir şeyi önemli kıldığında o şey sihirli bir şekilde önemli olur. Bunun özünde ise kişinin inancı ve düşüncesi gelir. Bu sihir insana verilmiş bu dünya özelliklerindendir. Sen neye inanırsan o doğrudur. O doğru başkası için yanlış olabilir. Bu dünyada doğrular ve yanlışlar olmasaydı yaşamanın da bir anlamı olamazdı. Bize verilmiş görev doğrularla yanlışların yerini değiştirmek değil. Doğrularla yanlışları gözlemlemek ve farkında olmak. Farkında olmak bir görev değil bir oluş şeklidir. Oysa biz durumdan kendimize görev bulmaya çok meraklıyız. Orada bir yanlış var onu hemen düzeltmeliyiz. Oysa bizim yanlış olarak gördüğümüz şey büyük planda nerede duruyor bilemeyiz. Bu evren bizim hizmetimize sunulmuşken ve biz ona hizmet etmeye girişmişken unuttuğumuz şey çok basittir. Zaten biz evrene hizmet ederken kendimize hizmet etmekteyiz. Evren bizim için yaratılmışken hizmet ettiğimiz şey de bize dönecektir. Sorun şurada başlar. Evrene hizmet etmeyi bırakıp kişilere hizmet etmeye başladığımızda kendimize hizmet etmeyi bırakırız. Bize hizmet etmek üzere yaratılmış evren gibi davranmak bizi bulunduğumuz makamdan alıp başka bir makama taşıt. Biz o zaman kendimize değil bizim için yaratılana secde ederiz. Bu da insanın kendi makamını terk edip kendisini daha düşük bir makama uygun görmesidir ki, bu bir şahsi aşağılamadır. Evren için yaşayan evrenin kendisi için yaşadığını unutan kişidir. Özgürlüklerin elinden alınmıştır. Bu alınma olayının anahtarı ise bu yanılsamadır. Kim neye hizmet etmektedir? İşte puta tapmanın temeli burada oluşuyor. Sen senin için yaratılana mı tapacaksın yoksa senin için bunca şeyi yaratana mı?
Hayatının merkezine aldığın şeye tapınırsın. Şöyle dikkatlice tapınma nasıl olur bir baktığımızda, insanların ortak hareket şekillerini görebiliriz. Görünürde olmasa da secde etmek ve önünde eğilmek hareketsel olarak şekil değiştirmiş durumdadır. Önünde eğilmek ve secde etmek anlam olarak kabul sorgusuzca kabul etmek demektir. Secde bunun hareketsel göstergesidir. Bu hareketin ruhsal bir tarafı da vardır. Esasında hareket olarak yapmadığımız halde ruhsal olarak bir çok şekilde secde ederiz. Secde içinde inanç, iman, kabullenme, emre girme demektir. Boyun eğmek, sığınmak, dua etmek demektir. Birinci ibadet şekli budur. Kişi yaratılmış bir varlık karşısında bu duyguları besler. İkincisi zikirdir. Tapınma durumunda kişi taptığı şeyin adını sürekli tekrarlar. Her konuştuğu konuda ondan bahseder. Tüm sohbetler sonunda onunla biter. Hayranlık ve teslimiyet vardır. O olmazsa kendisinin de olamayacağını düşünür. Burada yaratılmış bir şeye karşı bu duygular varsa kişi yanlış yöndedir. Üçüncü aşama da çevresinde dönmektir. Yani tavaf. Kişi tapındığı şeyin sürekli çevresinde olmayı ister. Kendisini onun yanında huzurlu ve mutlu hisseder. Onunla ilgilenir, ona bakar ve korur. İşte bu üç mesele senin nelere tapındığını gösterir. Örnek vermek gerekirse yeni araba almış birisi sürekli arabasından bahseder. Motor gücünden, saç kalınlığından, hava yastıklarından ve kaça aldığından. Onu dikkatlice gözlemlersen zikir yapmaktadır. Aldığı arabanın ne denli gerekli olduğundan, hayatını kolaylaştırıp kurtardığından bahseder. Her gün onu temizler ve cilalar. Camlarını siler ve sağını solunu düzeltir. Cilalar yada yıkar. Bu bizim için yaratılmış bir dünyanın bilincini unutup yaratana değil yaratılmışa yönelmektir. En tehlikelisi ise kendi inanç ve düşüncelerine tapan insanlardır. Ben onlara bağnaz diyorum. İnsanların hayat merkezleri kiralık eve dönüşmüştür. Kişi kendisine fayda sağlayacak şeyi merkezinde tutar. Fayda sağlamayacağı anda merkezinden atar ve faydalı olanı alır. Bunun adına da kendisini çok karlı bir iş yapmış gibi görür. Bu dünya üzerinde merkeze alınacak bir şey olduğu yanılgısı işte bu yüzden başlar. Dünya mı insan için yaratılmıştır yoksa insan dünya için mi? Elbette sana öğretilen bu dünya için çalışmandır. Bu çalışma biçimi tapınma noktasında hayatının merkezinde bu dünya ile ilgili şeyler olmasını gerektirir.
Küçücük bir bebektin. Toplum senin cinsiyetini hemen damgaladı. Sen pembe giyersin. Çünkü sen bir kızsın. Saçını uzatman gerekir. Yemek yapman ve evi temizlemen gerekir. Çünkü sen bir kızsın. Senin insan olmanın dışına her şey sana toplum tarafından dayatılarak büyümüşsün. Ne yapabilirsin? Bildiğin yalnızca bu. Yıllarca toplumun kurallarına uymak için yaşadın. Dışlanma korkusu yaşadın. Bu sende daima bir hiçlik duygusu yarattı. Toplum tarafından kabul edilmedikçe sen bir hiçsin. Toplumun en küçük parçası yani hücresi ailedir. Bu sorun ailede başlar. Toplumda bir yer oluşturman ve onu koruman ailede başlar. Kişisel özgürlüğünü ilk ailen elinden alır ve seni toplumsal bilince teslim eder. Toplum ve çevre doğru yada yanlış yapıyor olsa da olması gereken o toplumun öngördüğüdür. Oysa evrensel gerçekler vardır ve sen o gerçekleri hissedersin. İfade etmeye çalıştığında ise cezalandırılırsın. Burada çevrendeki herkes topluma ve kurallarına tapınmaktayken, sen gerçeği görsen de bu bir anlam ifade etmez. Onlar kendileri gibi senin de aynı inançla, aynı yere tapınmanı beklerler. Sen toplumun bir bireyi olarak varolmayı öğrenmişsindir. Oysa toplum bireylerden oluşmaktadır. Bir bedenin bütünü onu oluşturan hücrelerden oluşur. Bedeni düşünürken hücreleri unutamazsın hücrelerden biri hastalanırsa bu hastalık tümüne yayılabilir. Toplum kendisini korumaya çalışırken hücrelerini yok sayamaz. Zamanımızda yaşadığımız en büyük sorunlardan birisi budur. Aslında bu sorun insanlık tarihinde kötüye gidişlerin anasıdır. " Tek bir doğru vardır ve bu da toplumsal doğrudur. Toplumsal doğruların dışında kalan herkes ya toplumdan dışlanmalıdır, yada özgürlüğü yok edilmelidir." Bu toplumsal egoyu ve bağnazlığı gösterir. Gerçekte her şeyi olduğu gibi kabullenme ve yaratılışa saygı duyma düşüncesine göre toplumsal bu kurallar oldukça yanlıştır.
Kulp takmak toplumsal bir yasadır. Yasaları oluşturan toplumsal bilinçtir. Yasalar en alttan yani mahalleden başlayıp, köye, kasabaya, şehirlere ve dünyaya yayılan bir özelik gösterir. Bir köyde ölüm cezası gerektiren bir durum bir şehirde yalızca bir gülümsemeyle cezalandırılır. Toplum eğitimi derecesinde affedici olabilir. Kulp takmak izse eğitimsiz insanların işidir. İnsanlar toplumu kişiselleştirmeye çalışırlar. Bu da toplumun kişiselleşmiş durumunu yaratır. Bu şu demektir. Kişiler biliyorsa toplum onlara saygı duyar. Kişi zengin ve güçlüyse toplum ona saygı duyar. Ancak saygı duydukları bu insanlara bile kulp takmaktan vazgeçmezler. Kulp takmak değimini açıklayayım. Bir insana zarar vermek istiyorsan onun açığını ararsın. Açığını bulduğunda ise ona bir sıfat yüklersin. Buna örnek vermek gerekirse; sarhoş, fakir, zengin, sapık, hırsız, salak, deli ve bahsedebileceğimiz yüzlercesi. İşin ilginç tarafı da peygamberler tarihini okuduğumda öğrendiklerim oldu. Onlara takılmış yüzlerce kulp var. Mecnun, deli, aklını yitirmiş, şarlatan, sihirbaz, büyücü, sahtekar ve onlarcası. Kulp takmanın tek niyeti, o kulptan tutup kişiyi yere vurmaktır. Oysa tutacak bir yeri olmayan insanı o kulptan tutup yere vuramazsın. Toplum kulp takmayı çok iyi becerir. Aç olduğu için ekmek çalan bir çocuğu hemen hırsız yapar. O toplum kendisine verilmiş görevi, zorda olanlara yardım etmeyi bıraktığında otomatikman hırsızlar oluşur. Sen ne yaparsan yap toplum sana bir kulp takar. Bu onun olumsuz bir tarafıdır. Bu olgu yalnızca olumlu gözüken tarafta çalışmaz. Gerçekte doğru zannettiğin bir çok yanlış için de çalışır. Kulplar yanlış olana doğru olarak da takılabilir. Örneğin 300 kere Fatiha okuduğunda tüm günahların af edildiği sana kulp olarak takılabilir. Namaz kılan insandan zarar gelmez kulpu gibi...
Sen hayatını, özgürlük sandığın toplumsal bilincin sana verdiği özgürlük alanı zanneder durursun. Oysa sen o toplumsal bilincin ötesinde olana vardığında yalnız kaldığını görürsün. Yalnızlığı bir sürü yanlış yapan insandan ayrı kalmak olarak değerlendirirsen yalnızsındır. Yok doğru tarafta olarak yalnız kalmayı seçersen, yalnız olmadığını ve Yaratanın senle olduğunu bilen kişisindir. O yer yalnızlığın yeriyse, sen peygamberlerin seçtiği yerdesin demektir. Onlar kendi özgürlüklerinin derdinde değil, toplumun özgürlüklerinin derdinde savaşırken yalnız kalmışlardı. Onlara inananlar dışında olanlara da sevgi ve saygı duyduklarından güçlülerdi. Biliyorlardı. Doğru yoldaydılar. Karşılarına çıkan toplum ne kadar güçlü olsa da onlar inançlarından vazgeçmediler. O inanç rezonansları şu ana kadar gelmiş ise bu sayededir. Onarlın gücü inançlarındaydı.
Sen neye inanıyorsan o kadar güçlüsündür. Güçsüz olduğuna inanıyorsan da güçsüzlüğüne güç veriyorsundur. Saçma sapan şeylere inandığında onlara hayatında güç ve can veriyorsundur. Çevrendeki insanlar da senin inançlarına göre kulplar takacaktır. Kısaca kişi kendisine takılması istediği kulpa sahiptir. Daha derine inmeyeceğim. Bulunmam gereken derinlik bu biliyorum. Daha derine inersem ya ben ya da sen vurgun yeriz. Sen kişisel değişimini başardığında topluma mal olacaksın. Bu hayatta gerçek olan ek şey sensin. Bunun dışında bir sebep ve çare aradığın sürece huzuru bulamayacaksın. Özgürlüğünü elinden alan tüm sebepleri hayatından çıkartmadıkça esaretini yaşayacaksın. Esaretin sana daima hastalık olarak dönecek. Sen GDO lu bir insan olarak, kendin olamadan yaşamaya devam ettikçe, seninle olanlar da senden yanlış beslenecek ve hasta olacaktır.
Bu mektup uyanman için sana yazılmış diğer mektuplardan birisidir. Uyanmak, hayatında yaşadığın ve gerçek sandığın yanılsamalar konusunda farkındalık kazanmam içindir. Farkındalığın anlamı ise beyninde bir şimşek çakarcasına gerçeği anlaman demektir. Gerçek her yerde değişkenlik gösteriyorsa onun gerçek olmadığını anlaman içinidir. Tek gerçek sensin. Bunun dışındakiler senin gerçeklerin. Beyninde ne yaratırsan o senin gerçeğindir. Beyin fizyolojik bir nesnedir. Oyda sen bunun ötesinde bir gerçeksin. Gerçekliliğini yaşamanı dilerim.
TANKUT ÖZTUNA
bottom of page